10 Mart 2012 Cumartesi

SAĞIM ATLANTİK, SOLUM HİNT, BURNUM ÜMİT

Beni havaalanından getiren şoförle özel tur için anlaştığımı buralılara söylediğimde saklamaya kalkmadıkları bir hayretle dehşete kapıldılar. Oysa o kadar da dış kapının mandalı değildi. Hostelin havaalanı transferleri için anlaştığı şirketten, üstelik Pakistanlıydı. Vahit. Doğal ayarım normal şartlarda kuşkudan önce güven duymak. Şartlar da bu efendi genç adamdan yana gayet normaldi.

Pazar sabahı tam kararlaştırdığımız saatte kapıdaydı.

“Şarap Yolu” üzerindeki Constantia’dan başladık. Şarap üreticileri ve zenginlerin müthiş bir yeşillikle bağların içlerine çekilmiş malikanelerinde yaşadığı bir yerleşim. Hollanda mimarisi beyaz duvarlı, koyu ahşap iç mekanlı şarap tadım ve satış yerine şöyle bir girip çıktım. Sabahın körüne denk gelmesi iyi oldu. Kulaklarım bu pahalı yerde şeytana kapalı kaldı.

Vahit on üç yıl önce buraya göçeli rehberlik de yapmış. Ne geveze ne suskundu. Sohbet başlattığımda katılıyor, manzaraya daldığımda sessizleşiyor, geçtiğimiz yerler hakkında ilginç bilgiler vermekten geri durmuyordu. Tam aradığım adam.

False Bay’e, Hint okyanusuna açılan körfeze indik. Simon’s Town’a gelmeden Scratch Patch’i söyledi: Renkli, küçük minerallerin yere yayıldığı bir bahçe. Çeşitli büyüklük ve fiyatta torba alıp seçtiklerinizle ağzına kadar doldurabiliyorsunuz. Belki 10 x 10 metrelik bu “yamaya” baktım. Rengarenk, benekli, çizgili ufak minerallerle çok şenlikliydi. Aralara uzatılmış kalaslardan yürüyerek bahçeden biber koparır gibi taş toplanıyordu. Topladım.

Simon’s Town’u ilk görüşte gözüme kestirdim. Ana caddesinde hızlı bir yürüyüşle daha sonra bir gün yalnız gelmeye karar verdim. O sıcakta bir koşu yarışmasına katılmış mecnunlar, eşlik eden araçlar ve ikide bir avaz avaz gelip sersemleri toplayan ambulanslarla fazla curcuna vardı, aklım da Ümit Burnundaydı zaten.

Babun uyarılarından geçe geçe ulusal park alanına girdik. Yiyeceğe gelir, direnirseniz bayağı saldırgan ve küçük bir adam boyunu bulan cüsseleriyle tehlikeli olabilirlermiş. Yol kenarındaki çöpleri eşeleyen bir bebeden başkasını görmedik. Onlar için bile çok sıcak, dedi Vahit. Sıcaktı ama aman aman değil. Ya da belki ben buna susadığımdan ne kadar ısınsa “daha!” diyordum. Şu duru gök, bol ışıkla birlikte sıcak, giderilmek bilmeyen eksiğimdi.

Çalılık, dümdüz bir araziden geçip buruna ilerledik. Tarihi fenerin yamacında Vahit beni kendi halime bıraktı. Bayağı dik yamacı tırmanabilir ya da onu inişe saklayıp fünikülere binebilirdim. İkincisini yaptım.

Fenerin dibinde pruvada gibiydim. İki yanımda birer okyanus, denizden 238 metre yukarıda.

Sağda, dimdik bir yarın dibinde tropikal renkli bir ufak koy vardı. Denize (denizlere demek gerek herhalde) doksan dereceyle inen kaya duvarların kübik mimarisi (kırmızı çiçeklerle lekeli, ne tuhaf). En uçta, yol alan gerçekte bizmişiz gibi buruna hışımla çarpıp iki yana ayrılan dalgalar.


Tepedeki fener artık kullanılmıyormuş. Şimdiki, burnun aşağıdaki uzantısı üzerinde. Kılıçbalığının kılıcı gibi bu kısım; bir bıçak sırtı. İnecek miyim? Ama elbette! Buraya bu iş için geldim; en uç noktaya kadar gitmeye.

Gürültü patırtı, itiş kakış dolaşan bir İspanyol okul grubu vardı ama Ümit Burnunu turistsiz dolaşmak olamazdı herhalde. İndim ve gidebildiğim en uç noktaya kadar, bıçak sırtının bir o bir bu okyanus tarafından suya taş gibi düşen bakışlar atarak yürüdüm. False Bay’in karşı kıyıları mavi üzerine solan maviler halinde siluetleşerek uzanıyordu. Bu ayrım ve birleşim yerinde akşama kadar kalabilirdim. Hiçbir anlam, simge atfedilmemiş bile olsa. Yerin kendisi yetiyordu. Devam etmeyi neden sonra arayan Vahit’le hatırladım. Sıcak ve geri tırmanışla kan ter içinde eski fener seviyesine gelip yamaçtan aşağı inerken kulağıma Güney Afrika’da ilk ve son kez Türkçe çalındı.



Otoparkın haldır haldır yükünü boşaltan otobüslerle dolu olduğunu görüp (yolun kenarına park eden arabalar kuyruğu da uzamış gitmişti) kalabalığı atlatma içgüdümden ötürü kendimi kutladım. Zamanlama duygum bir kez daha kendi alanını açmış.

Aşağı, kıyıya inmek istiyor muyum diye sordu Vahit. “Burası Afrika’nın en güneybatı ucu yazılı bir tabeladan başka görülecek şey yok.”

“Tükürmem gerek, biliyorsun. Buraya onun için geldik.”

“Ha, evet. Tamam, tabii” dedi.

Tabelayı geçip kayaların üzerinden su kenarına gittim. Tükürmek ciddi iştir. Gözlerini kapar, içine çekilir, sonra onu da geride bırakıp tek bir noktaya, boşluğa yoğunlaşır, güçlü bir tükürük atarsın. İçinden kopan bu yaban güçte varoluşunun ispatı ve kabulü bulunur. Ne olduğun, ne olamadığın, ama’lar, keşke’ler ve belki’ler silinir. Yerlerini “varım ve o kadar!” yontulmamış iradesi alır.

Doğum günün kutlu olsun Seda!



(Arkası yarın)

.

1 yorum: