Taş deyip geçemiyorum..
Evimin neredeyse baş köşesinde bir yükseltiye seve okşaya yerleştirdiklerim “bildiğimiz” taş oysa.
Değerlerini az bulunur-zor çıkarılır olmaktan, piyasanın biçtiğinden değil, geldikleri uzak yerleri yaklaştırmalarından, avucumun içine taşımalarından alan taşlar.
Yürüdüğüm yolları bir uzanışta yeniden elle tutulur kılan, yürümediklerimi de dokunuşlarıyla ayağıma getiren sıradan taşlar benim “tam-değerlilerim.”
Kimi bedenimle de çıktığım yolculuklardan. Kimi ta nerelerden bana getirilmiş, parmaklarımı etrafına kapamamla hayali bir yolculuk biletine dönüşüveren.
Uzaklardan gelmeyeni de var. Burnumun dibi sayılacak yerlerde yaşadığım esaslı bir anın nişanı olarak cebime atmaktan kendimi alamadıklarım.
Kızıllı karalı, ışıltılısı donuğu, alacalısı düzü, pütürlüsü pütürsüzü.. Aralarında ortak olan, aşağı yukarı büyüklükleri; en fazla bir çorba kaşığına sığacak kadar (bütün bir tabaktakilerin tadını almaya bir kaşık yeter), bir de sevgiyle taşınmış olmaları.
Bulutlu bir gün Şile’de ıssız kumsalda
Himalayaların eteğinde
Ganj kıyısında
Patagonya’da
Köle ticaretinin o meşum adası Gorée’de
Grand Canyon'da
Sedefada’nın açıktan açığa volkanik koycuğunda
Kaliforniya’da ucu bucağı olmayan bir kıyı şeridinde
Aborijinlerin Uluru kayasının dibinde
Bağrından koptuğu Stromboli’nin yamacında
Ümit Burnunda…
durdukları yerlerde değiller artık. Oraları duygularıma taşıdıkları gibi yerleştikleri yeni yerlerinde sekiz yönün benim için her biri “tek” olan bu taşları.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder