Neymiş bu ünü alıp yürümüş Kore dizileri deyip konusunu gözümün tuttuğu birini açtım. Çok sürmedi, karşısında kendimi sınırlı ölçüde eğitilebilir bir budala gibi hissetmeye başladım. Ancak kadınlarla erkekleri, çocuklarla yetişkinleri birbirinden ayırabiliyordum. İsimlere tutunacak olsam hiçbirine aşina olmadığım bu sonsuz tek heceli bileşimleri elimde kalıyordu. Seo Jin, Su Him, Ye Bin, Woo Joo.. Ekranın önünde değil de aralarında olsam demin selamlaştığımla şimdi karşılaştığım birbirine karışırdı. Hırlıyla hırsız bile çünkü sadece fizyonomileri değil, mimikleri de yabancımdı. Çekik gözlerinin açılabildiği kadar açılması şaşkınlık mıydı şimdi, öfke mi? Bari çıkardıkları sesler yardımcı olsa.. Ama yok! Ha-hoo gibi patlamalı ünlemeler dolu dillerinin kulağıma gelişi de hiç alışılmadık. Sonlarını uzata uzata söylediklerinde ağızlarından dökülen protesto kelimeleri mi nazlanma mı? Aşk mı ilan ediyorlar, küfür mü ediyorlar?
Ama bırakmadım. Fransızca
(sonra da başka dillerde) kitap okumayı öğrenirken yaptığımı yaptım. Sen devam
et, sözlüğe bile bakma (elimizin altında Google olmayan, bu açıdan iyi bir
çağdı). Bir parça şuradan, yarın bir parça oradan, yavaş yavaş bağlam belirir,
içerik de onun raflarına yerleştirilen tabak çanak gibi yerine oturur. Hiç
zorlama kendini. Bırak, dil sana gelsin.
Bilmeden insanın (aslında herhangi
bir canlının) temel özelliğine dayanmışım: doğal öğrenme eğilimi ve yetisine.
Dizinin 3. bölümünde Lee’leri Park’lardan, Kim’leri Kang’lardan ayırt
edebildiğim rahatlıkla suratları, güzelliklerini seçmeye başladım. Mimiklerin
netleşmesi biraz daha maruz kalma istiyor. Anne, baba, ne, neden gibi tek tük
sözcüğü yaklaşık sesleriyle seçebilir olmak çok hoş.
Aslında bütün bu öğrenme
süreci derin bir tat veriyor. Bazen içeriğin negatifliğine boğulsa da dikkati
içerikten öğrenmenin kendisine çevirdiğim her zaman neredeyse huşu duyuyorum.
Hayatı sürdürebilmemizin başlı başına bağlı olduğu olağanüstü bir yeti bu. Onu
bütün gücü, heyecanı, tazeliği, ödüllerinden sıyırıp gevişi getirilen otlara,
içinde debelenilen ezberlere çevirmeye ne yazık!
*
Diziler (üçüncüsündeyim)
ilginç. Kaçınılmaz görünen klişelerle herhangi bir yerdeki dizilere, bu arada
bizimkilere benziyorlar. Karakterlerin sığ, ham, işlenmemiş gelen yanlarıyla
da. Gerçi burada kapıyı açık bırakıyorum. Sadece dizilerden tanıyacağım bir
kültürde neyin nasıl ifade edildiğini, dolayısıyla ne kadar karikatür olduğunu
bilemem. Böylece komedi fazla komedi, melodram fazla melodram
geliyor -bu ikisi de hep iç içe.
Fakat olay örgülerinde
bir anda karmaşıklıkta Yunan trajedileriyle aşık atar bir yoğunlaşmanın eşiğine
gelmek afallatıcı. Bunu deus ex machina da izlese.
Sonra Seul’da dolaşmak
(seyrettiğim üç dizi de orada geçiyor). Ne derli toplu, modern bir kent.
Amcamdan savaş sonlarını dinlediğim harabeden ne kadar uzak. Ve refahta döne
döne solladıkları bizim derme çatma, parça bölük, gözdeşen şehirlerimize.
Evlerine girip çıkmak.
Onların da nasibini aldıkları sidik yarışları, yeni zenginlikler kadar incelmiş
zevklerin ve geleneklerinin de biçimlendirdiği mekanlarına. Bir kasaba
fotografçısının vitrinine çevirerek salonlarının, yatak odalarının duvarlarına
astıkları çerçeveli devasa renkli aile fotoğraflarını her görüşte kıkır kıkır
gülüyorum. Yemek çubuğu kullanımlarındaki kıvraklığa, yere oturup kalkma,
çömelme kolaylıklarına, dillerinin resimsi karakterlerini kağıda dökmedeki
akıcılıklarına imreniyorum.
Seyrettikçe kanım ısınıyor
keratalara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder