Bu yıl nereye dedim, epey bir süre bilemedim. Derken geldi: Kaunos. Bulup çıkarmayı başardığım tuhaf oteller silsilesinin devamı olmamasını umarak Dalyan’da bir yer bulup yola koyuldum.
Yolun bu kısmı kafamda üçe
ayrılıyor: Milas’a kadar-Muğla’ya tırmanış-Sakar Geçidinden aşağısı. Sfenksin
üç gövde parçası gibi birlikte ve bambaşkalar. Sfenksin ileri uzanan
pençelerinde Akyaka’ya saptım. Yıllardır buralardayım, hiç uğramamıştım.
Arabayı tepelerde bırakıp yamaçtan aşağı, sahile yürüdüm. Geniş yolun iki yanı
ağaçlı birer tünel, üzerinde bahçe içinde eski Milas evlerini andıran
geleneksel mimarili evler. Palmiyeli, turunçgilli, çamlı, muz ağaçlı yeşil de
yeşil. Sahil, kamış kıyılı kanal ağzından ötelere uzanıyor. Sıra sıra tur
teknesi (müziklisi-müziksizi, adam başı 100 liralığı, balık-ekmekli 150
liralığı). Derken upuzun kumsal. Halk Plajı. Üzerinde kafeler, bistrolar,
lokantalar. Hepsi dolu. Plaj dopdolu. Civardan akmış Pazar kalabalığı. Kış
güneşinin ışıltısı, sıcağı altında sandalyelerini açanlar, yaygısını yayan,
yiyen-içen, yüzlerce belki, insan. Ama ne tuhaf! Dağdan inişle ağırlaşmış
kulaklarımın da mı etkisi, bu gürültüsüz kalabalık, kalabalığın normalde
verdiği hafif gerilimden, tetikte oluştan çok farklı bir his uyandırdı:
Gevşeme, rahatlık, dinginlik. Derinlemesine bir neşe.
Tabii içimin kıvamını
bütün bu insanların üzerine ben boca etmiş de olabilirim.
Çocukların dalıp gittiği
kumdan kaleler yapma oyununa ben de onların tepelerinden bakarak dalıp gittim.
Ne farkı var bunların şimdi Kaunos’un kaya mezarlarından? Nice geçmişlerden
bugüne kalanlardan? Listeye başka oyuncakları, oyuncak edilen toprakları da
eklesek? Bunların başına dikilen F’li S’li silahları? Çocuklar yaşarken sadece
onun olduğu oyunlarından pat diye kalkabiliyor da biz büyüdükçe ne demeye
küçülüyoruz? Bütün bu düşünce kalabalığı, rüya anlarındaki gibi tekmili birden çaktı
söndü kafamda.
Mutluydu veletler. Ben de
onlarla birlikte.
Bir de antik kent mi
varmış (Idyma), gidip bakayım deyip takip ettiğim işaretler, Akyaka’yı çıkıp
içinden geçtiğim köyün çatallanan yollarında yok oldu. Toprak kaplı bir yokuş
başında sırtında tepeleme çalı çırpı bir kadın, köy evinin yanında belirdi.
“Affedersiniz, antik kente
acaba..”
Başını iki yana sallayıp çıtır bir İngiliz şivesiyle “English please” dedi. (Onun tarifiyle başına vardığım yolu gözüm tutmadı, Really
beautiful, though demesine rağmen burayı pas geçtim.)
Gerisin geri Köyceğiz
yoluna çıkıp iki yanında ikindi güneşi altında tarla-bahçelerle uzanan yolun
rengine, tadına vara vara Dalyan ayrımına geldim. Sapmamla birlikte kendimi iki
düzlük arası bir kanal boyunda buldum. Kamyonla karşılaşmama duası ederek ama
gözüm derin hendeklerden ötesinde, bitek topraktan fışkıranlarda, alüvyon
bölgesini geçip sığla (imiş) ormanları kaplı tepeliğe geldim. Çok geçmedi,
Dalyan’daydım. Hayret ama gayet hoş bir otel bulmuşum. Çantamı odama, kendimi
dışarı attım.
Dalyan da 80’lerde
yollarda olduğum zamanlardan bu yana çok değişmiş tabii. Ama büyümesi
kudurmamış. Arazinin düzlüğünden mi, üstüne üstüne gelen bir yığılma yok.
Kendini tutmuş, dizginlemiş de mi tarım arazisini har vurup harman savurmamış,
yoksa inşaat kondurmayacak yer bırakmayan hırsı burada zeminin düpedüz sulak
olması mı durdurmuş? Her ne ise on yıllar sonra yeniden gördüğüm yerler
arasında insan-arazi dengesinin en iyi kaldığı yer burası.
Kanal boyu. Akşamüzeri.
Burada da günübirlikçilerin Pazar kalabalığı. Akyaka’dakiyle aynı kıvamlı
huzur, aydınlık neşe. Kanalın Dalyan yakası, piyade deniyormuş, gezinti
tekneleriyle dolu. Karşısı sazlık, yamaçlarda kaya mezarları. Önümde kiremitte
ırmak kefali, yarın doğum günüm.
*
Semada dervişlerin çemberi
tamamlayan ayak vuruşu-diğeri üzerinde yenisine doğru yükseliş anı misali doğum
günlerim benim için. Bir neredeyse esrik yükseliş. Bugün de öyle. Mutlak
sessizlikte bir gece ve kahvaltının ardından kış güneşi sırtımı sıvazlarken
çıktım. Kanal boyundan yukarı vurdum. Tekneler seyreldi, alıp başını gitmiş
sazlıklar çoğaldı. Çay bahçeleri yerlerini geniş bahçeler içindeki villalı
bungalovlu konaklama yerlerine bıraktı. Tek tük çekiç sesi dışında insan
sessiz, kuş, kurbağa ötüşlü. Kışın asıl burada yaşamalı! İçlere doğru birkaç
kilometre yürüyüp döndüm. Arabayı alıp rehberlik zamanı piyadelerle
gittiğimiz İztuzu kumsalının dağ yoluna koyuldum. Nefis! Dümdüzlükten ormanlık
yamaca, oradan kuşbakışı, sonra kuş inişi delta ve caretta’ların uzanıp giden
kumsalına. Bir uçtan diğerine, sevincimi körükleyen doğum günü telefonlarıyla,
aralarda ıssızlığa, suyun seslerine, nefesine dalarak yürüdüm. Kumun sıkılığı,
basış ne kadar farklı burada! Carettalar boşuna seçmemiş, parmak kadar
bebelerine tam doğru traksiyonu sağlıyor olmalı.
Bana da. Kim bilir kaç
saat geçirdim. İçim tıka basa burası dolu, geri döndüm. Bataklık alanı
çevreleyen ötelerdeki tepelerin bir boydan diğerine siluetleri insandan, ilk
canlılardan beriye kayan bir zaman duygusu veriyor. 65 yaşımın kum zerresi
etmeyeceği bir muazzamlığın esintsi. Hayali dişlerimi kamaştırdı.
Gün, yazlık yerlerin
kışına duyduğum sevginin depreştiği Pazartesi gecesinin kervan geçmezliğiyle
kapandı.
*
Kaunos sadece başlıkta var.
Haritada bitişik göründüğü Dalyan’dan ulaşım için sulak alan etrafından genişçe
bir yay çizmek gerekiyor. Yokladım kendimi, belki başka zaman dedim. Yola
Kaunos diye çıktığımdan ona da hakkını başlıkta vererek. Bir kez daha boşalmış
dolmuş, eve döndüm.
Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/5NPKAz4ATyUdvBZ29
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder