Bunu bir Kore dizisinde öğrendim.
Bu yıl nereye dedim, epey bir süre bilemedim. Derken geldi: Kaunos. Bulup çıkarmayı başardığım tuhaf oteller silsilesinin devamı olmamasını umarak Dalyan’da bir yer bulup yola koyuldum.
Yolun bu kısmı kafamda üçe
ayrılıyor: Milas’a kadar-Muğla’ya tırmanış-Sakar Geçidinden aşağısı. Sfenksin
üç gövde parçası gibi birlikte ve bambaşkalar. Sfenksin ileri uzanan
pençelerinde Akyaka’ya saptım. Yıllardır buralardayım, hiç uğramamıştım.
Arabayı tepelerde bırakıp yamaçtan aşağı, sahile yürüdüm. Geniş yolun iki yanı
ağaçlı birer tünel, üzerinde bahçe içinde eski Milas evlerini andıran
geleneksel mimarili evler. Palmiyeli, turunçgilli, çamlı, muz ağaçlı yeşil de
yeşil. Sahil, kamış kıyılı kanal ağzından ötelere uzanıyor. Sıra sıra tur
teknesi (müziklisi-müziksizi, adam başı 100 liralığı, balık-ekmekli 150
liralığı). Derken upuzun kumsal. Halk Plajı. Üzerinde kafeler, bistrolar,
lokantalar. Hepsi dolu. Plaj dopdolu. Civardan akmış Pazar kalabalığı. Kış
güneşinin ışıltısı, sıcağı altında sandalyelerini açanlar, yaygısını yayan,
yiyen-içen, yüzlerce belki, insan. Ama ne tuhaf! Dağdan inişle ağırlaşmış
kulaklarımın da mı etkisi, bu gürültüsüz kalabalık, kalabalığın normalde
verdiği hafif gerilimden, tetikte oluştan çok farklı bir his uyandırdı:
Gevşeme, rahatlık, dinginlik. Derinlemesine bir neşe.
Tabii içimin kıvamını
bütün bu insanların üzerine ben boca etmiş de olabilirim.
Çocukların dalıp gittiği
kumdan kaleler yapma oyununa ben de onların tepelerinden bakarak dalıp gittim.
Ne farkı var bunların şimdi Kaunos’un kaya mezarlarından? Nice geçmişlerden
bugüne kalanlardan? Listeye başka oyuncakları, oyuncak edilen toprakları da
eklesek? Bunların başına dikilen F’li S’li silahları? Çocuklar yaşarken sadece
onun olduğu oyunlarından pat diye kalkabiliyor da biz büyüdükçe ne demeye
küçülüyoruz? Bütün bu düşünce kalabalığı, rüya anlarındaki gibi tekmili birden çaktı
söndü kafamda.
Mutluydu veletler. Ben de
onlarla birlikte.
Bir de antik kent mi
varmış (Idyma), gidip bakayım deyip takip ettiğim işaretler, Akyaka’yı çıkıp
içinden geçtiğim köyün çatallanan yollarında yok oldu. Toprak kaplı bir yokuş
başında sırtında tepeleme çalı çırpı bir kadın, köy evinin yanında belirdi.
“Affedersiniz, antik kente
acaba..”
Başını iki yana sallayıp çıtır bir İngiliz şivesiyle “English please” dedi. (Onun tarifiyle başına vardığım yolu gözüm tutmadı, Really
beautiful, though demesine rağmen burayı pas geçtim.)
Gerisin geri Köyceğiz
yoluna çıkıp iki yanında ikindi güneşi altında tarla-bahçelerle uzanan yolun
rengine, tadına vara vara Dalyan ayrımına geldim. Sapmamla birlikte kendimi iki
düzlük arası bir kanal boyunda buldum. Kamyonla karşılaşmama duası ederek ama
gözüm derin hendeklerden ötesinde, bitek topraktan fışkıranlarda, alüvyon
bölgesini geçip sığla (imiş) ormanları kaplı tepeliğe geldim. Çok geçmedi,
Dalyan’daydım. Hayret ama gayet hoş bir otel bulmuşum. Çantamı odama, kendimi
dışarı attım.
Dalyan da 80’lerde
yollarda olduğum zamanlardan bu yana çok değişmiş tabii. Ama büyümesi
kudurmamış. Arazinin düzlüğünden mi, üstüne üstüne gelen bir yığılma yok.
Kendini tutmuş, dizginlemiş de mi tarım arazisini har vurup harman savurmamış,
yoksa inşaat kondurmayacak yer bırakmayan hırsı burada zeminin düpedüz sulak
olması mı durdurmuş? Her ne ise on yıllar sonra yeniden gördüğüm yerler
arasında insan-arazi dengesinin en iyi kaldığı yer burası.
Kanal boyu. Akşamüzeri.
Burada da günübirlikçilerin Pazar kalabalığı. Akyaka’dakiyle aynı kıvamlı
huzur, aydınlık neşe. Kanalın Dalyan yakası, piyade deniyormuş, gezinti
tekneleriyle dolu. Karşısı sazlık, yamaçlarda kaya mezarları. Önümde kiremitte
ırmak kefali, yarın doğum günüm.
*
Semada dervişlerin çemberi
tamamlayan ayak vuruşu-diğeri üzerinde yenisine doğru yükseliş anı misali doğum
günlerim benim için. Bir neredeyse esrik yükseliş. Bugün de öyle. Mutlak
sessizlikte bir gece ve kahvaltının ardından kış güneşi sırtımı sıvazlarken
çıktım. Kanal boyundan yukarı vurdum. Tekneler seyreldi, alıp başını gitmiş
sazlıklar çoğaldı. Çay bahçeleri yerlerini geniş bahçeler içindeki villalı
bungalovlu konaklama yerlerine bıraktı. Tek tük çekiç sesi dışında insan
sessiz, kuş, kurbağa ötüşlü. Kışın asıl burada yaşamalı! İçlere doğru birkaç
kilometre yürüyüp döndüm. Arabayı alıp rehberlik zamanı piyadelerle
gittiğimiz İztuzu kumsalının dağ yoluna koyuldum. Nefis! Dümdüzlükten ormanlık
yamaca, oradan kuşbakışı, sonra kuş inişi delta ve caretta’ların uzanıp giden
kumsalına. Bir uçtan diğerine, sevincimi körükleyen doğum günü telefonlarıyla,
aralarda ıssızlığa, suyun seslerine, nefesine dalarak yürüdüm. Kumun sıkılığı,
basış ne kadar farklı burada! Carettalar boşuna seçmemiş, parmak kadar
bebelerine tam doğru traksiyonu sağlıyor olmalı.
Bana da. Kim bilir kaç
saat geçirdim. İçim tıka basa burası dolu, geri döndüm. Bataklık alanı
çevreleyen ötelerdeki tepelerin bir boydan diğerine siluetleri insandan, ilk
canlılardan beriye kayan bir zaman duygusu veriyor. 65 yaşımın kum zerresi
etmeyeceği bir muazzamlığın esintsi. Hayali dişlerimi kamaştırdı.
Gün, yazlık yerlerin
kışına duyduğum sevginin depreştiği Pazartesi gecesinin kervan geçmezliğiyle
kapandı.
*
Kaunos sadece başlıkta var.
Haritada bitişik göründüğü Dalyan’dan ulaşım için sulak alan etrafından genişçe
bir yay çizmek gerekiyor. Yokladım kendimi, belki başka zaman dedim. Yola
Kaunos diye çıktığımdan ona da hakkını başlıkta vererek. Bir kez daha boşalmış
dolmuş, eve döndüm.
Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/5NPKAz4ATyUdvBZ29
Neymiş bu ünü alıp yürümüş Kore dizileri deyip konusunu gözümün tuttuğu birini açtım. Çok sürmedi, karşısında kendimi sınırlı ölçüde eğitilebilir bir budala gibi hissetmeye başladım. Ancak kadınlarla erkekleri, çocuklarla yetişkinleri birbirinden ayırabiliyordum. İsimlere tutunacak olsam hiçbirine aşina olmadığım bu sonsuz tek heceli bileşimleri elimde kalıyordu. Seo Jin, Su Him, Ye Bin, Woo Joo.. Ekranın önünde değil de aralarında olsam demin selamlaştığımla şimdi karşılaştığım birbirine karışırdı. Hırlıyla hırsız bile çünkü sadece fizyonomileri değil, mimikleri de yabancımdı. Çekik gözlerinin açılabildiği kadar açılması şaşkınlık mıydı şimdi, öfke mi? Bari çıkardıkları sesler yardımcı olsa.. Ama yok! Ha-hoo gibi patlamalı ünlemeler dolu dillerinin kulağıma gelişi de hiç alışılmadık. Sonlarını uzata uzata söylediklerinde ağızlarından dökülen protesto kelimeleri mi nazlanma mı? Aşk mı ilan ediyorlar, küfür mü ediyorlar?
Ama bırakmadım. Fransızca
(sonra da başka dillerde) kitap okumayı öğrenirken yaptığımı yaptım. Sen devam
et, sözlüğe bile bakma (elimizin altında Google olmayan, bu açıdan iyi bir
çağdı). Bir parça şuradan, yarın bir parça oradan, yavaş yavaş bağlam belirir,
içerik de onun raflarına yerleştirilen tabak çanak gibi yerine oturur. Hiç
zorlama kendini. Bırak, dil sana gelsin.
Bilmeden insanın (aslında herhangi
bir canlının) temel özelliğine dayanmışım: doğal öğrenme eğilimi ve yetisine.
Dizinin 3. bölümünde Lee’leri Park’lardan, Kim’leri Kang’lardan ayırt
edebildiğim rahatlıkla suratları, güzelliklerini seçmeye başladım. Mimiklerin
netleşmesi biraz daha maruz kalma istiyor. Anne, baba, ne, neden gibi tek tük
sözcüğü yaklaşık sesleriyle seçebilir olmak çok hoş.
Aslında bütün bu öğrenme
süreci derin bir tat veriyor. Bazen içeriğin negatifliğine boğulsa da dikkati
içerikten öğrenmenin kendisine çevirdiğim her zaman neredeyse huşu duyuyorum.
Hayatı sürdürebilmemizin başlı başına bağlı olduğu olağanüstü bir yeti bu. Onu
bütün gücü, heyecanı, tazeliği, ödüllerinden sıyırıp gevişi getirilen otlara,
içinde debelenilen ezberlere çevirmeye ne yazık!
*
Diziler (üçüncüsündeyim)
ilginç. Kaçınılmaz görünen klişelerle herhangi bir yerdeki dizilere, bu arada
bizimkilere benziyorlar. Karakterlerin sığ, ham, işlenmemiş gelen yanlarıyla
da. Gerçi burada kapıyı açık bırakıyorum. Sadece dizilerden tanıyacağım bir
kültürde neyin nasıl ifade edildiğini, dolayısıyla ne kadar karikatür olduğunu
bilemem. Böylece komedi fazla komedi, melodram fazla melodram
geliyor -bu ikisi de hep iç içe.
Fakat olay örgülerinde
bir anda karmaşıklıkta Yunan trajedileriyle aşık atar bir yoğunlaşmanın eşiğine
gelmek afallatıcı. Bunu deus ex machina da izlese.
Sonra Seul’da dolaşmak
(seyrettiğim üç dizi de orada geçiyor). Ne derli toplu, modern bir kent.
Amcamdan savaş sonlarını dinlediğim harabeden ne kadar uzak. Ve refahta döne
döne solladıkları bizim derme çatma, parça bölük, gözdeşen şehirlerimize.
Evlerine girip çıkmak.
Onların da nasibini aldıkları sidik yarışları, yeni zenginlikler kadar incelmiş
zevklerin ve geleneklerinin de biçimlendirdiği mekanlarına. Bir kasaba
fotografçısının vitrinine çevirerek salonlarının, yatak odalarının duvarlarına
astıkları çerçeveli devasa renkli aile fotoğraflarını her görüşte kıkır kıkır
gülüyorum. Yemek çubuğu kullanımlarındaki kıvraklığa, yere oturup kalkma,
çömelme kolaylıklarına, dillerinin resimsi karakterlerini kağıda dökmedeki
akıcılıklarına imreniyorum.
Seyrettikçe kanım ısınıyor
keratalara.
Üvey babasının ölümüyle 79 yaşındaki annesi tek başına kaldığında Filipin-Japon kökenli, 55 yaşındaki April, New York’taki hareketli yaşamının içinde bir durup düşünmüş. Ben Uzakdoğu terbiyesiyle büyüdüm, diyor. Bizde ebeveyn ileri yaşlarda öylece bırakılmaz. Annemin kendi annesi, onun annesinin de kendininki için yaptığını yapacaktım.
İşini bırakmış, çıkınını
topladığı gibi iklimi her anlamda bambaşka Las Vegas’a, annesi Aiko'nun yanına
taşınmış. Ne yapsa diye düşünmüş. 19 yaşından beri yoga yapıyormuş. Sporla da
hep iç içe olmuş. Yaşlıların kalbimde oldum olası ayrı bir yeri vardır diyor.
Hareket de özellikle onlar için çok önemli.
Orta ve üst yaş grubu çalıştırıcısı olarak belge alıp kolları sıvamış.
Tam o sırada patlayan pandemide işe yarayacağı düşüncesi ve annesinin de
katılımıyla bu yaş grubu için egzersiz videoları yayınlamaya başlamış.
Başlangıç o başlangıç! Videolar beklediğinin çok üzerinde ilgi görüp yayıldıkça
izleyicileri arttıkça artmış.
Onlardan biriyim. April’in
Youtube’daki yes2next kanalı, sağlık konusunda kafama bir tuğla düşeli
yaşadığım en isabetli karşılaşmalardan biri oldu. Pek çok kanala baktım ama
kanımın bu kadar kaynadığı olmadı. Evet, April çok iyi bir hoca. Güvenlik ve
sınırları zorlama arasındaki dengeyi çok iyi kuruyor, bedenini dinlemeyi öğreterek sana
da kurduruyor. Egzersizlerin niteliği ortada. Ve öğretme işinin içeriği aşan
kısmında, teşvikte de çok hoş. (Koordinasyonsuzluğu, sarsaklığı ile sıkça hayal
kırıklığının kıyısına gelen annesini -onunla birlikte aynı şeyi yaşaması
muhtemel seyirciyi- oradan çekip çıkarışındaki gösterişsiz şefkat kayda değer.
Neredeysen oradan yola çık, başlangıç için en iyi basamaktasın.
Makbulsün!) Ama bu üçünün sunduğu pastada asıl konu gibi görünen egzersiz
neredeyse ikincil hale geliyor.
Ön plana çıkan,
aralarındaki etkileşim. En ufak bir gerilim, sabırsızlık hissedilmiyor. Tıkır
tıkır işleyen egzersizleri kuşatan zaman algısı ferah, canlı. Aiko’nun
katılımı, sarsakça olabilen hareketleriyle birlikte (bunlara rağmen değil!)
April için çok değerli, belli. Önemli önemsizden modern zamanlarınki yerine
kadim bir kalburdan geçirilip ayıklanmış da annesiyle geçireceği kısıtlı vakit,
önünde iki eliyle uzanıp yakaladığı bir fırsat olarak berraklaşmış sanki. Derin
bir sevgi, kabul ve keyif akıyor bir aradalıklarından. Geveze ve talepkâr kedi
Moçi de bundan nasibini alıyor. Egzersizlere girip çıkan, kimi zaman
şikayetlerini yüksek sesle bildiren sarman, başlı başına bir figür. Bu tuhaf 2
ayaklılara, belli bir isteği olmadığında kayıtsız, onlar haldır haldır
hareketleri yaparken gidip pencerenin önüne yayılıyor, dışarıyı seyrediyor,
uyukluyor, kabarık tüylerinin bakımını yapıyor, sonra da çekip çıkıyor
çerçeveden. Bazen denk geliyor, tam da bir gerinme hareketi sırasında
ayaklarının dibinde bitip, napsanız nafile sizi gafiller! diyerek hareketin
nasıl olması gerektiğini gösterircesine sonsuz kedi esnekliğiyle sıcak peynir
gibi sünerek geriniyor!
April’in odağı hep işinde.
Ama ritim duygusu o kadar gelişmiş ki onu hiç aksatmadan etrafına da
açılabiliyor. Aiko’nun tatlı mizahı onu çok eğlendiriyor, ikisi arasında gidip
gelen şakalaşma da beni. Eğilip Moçi’yi okşamaya da saniyeler buluyor.
Kanalı açtığımda onlar mı
buraya geliyor, ben mi Las Vegas’tayım, pek de fark etmeden bir aradayız. Adına
hakkını veren April, evladı böyle olan Aiko ve kedi gibi kedi Moçi, kaslarımla
birlikte her seferinde içimi açıyorlar.
Eski Hindistan’da baştan çıkarıcılığın piri olmuş, zenginlere, soylulara hünerlerini sunan fahişeler vardı. Bütün vücutları ince işli süslemeler, takılarla kaplı olurdu. Bunları öyle bir anda çıkarmak olmuyordu. Teker teker girişmeniz ise çok zaman alırdı. Arzudan başı dönmüş erkek kadını soymak ister ama onca kalabalığı çıkaramazdı. Kadın onu azar azar içkiyle, şarapla yüreklendirmeye devam eder, görüşü bulandıkça erkeğin işi daha da güçleşir, çok geçmez, sızar kalır, horlamaya başlardı. Oysa tek bir pim vardı; bütün yapacağınız bu pimi çekmekti. O zaman her şey sıyrılır, yere düşerdi. Bunu da sadece kadın bilirdi.
Hayat da öyle. Bir
karmaşık ağ bütünü. Ama basit bir pimi var. Onu çekerseniz her şey iner. Bu pim
sizsiniz. Kendinizi çekip çıkarmayı bilirseniz birden her şey yerine oturur.
Her şey billur berraklığındadır. Beş elementin etkileşimi çok karmaşıktır. Ama
bir yandan da anahtar sizsiniz. Tıpayı çekerseniz hepsi göçer, siz serbest
kalırsınız.
(Three Truths of Well Being,
Sadhguru’dan çevirdim)
Pencerede koyun karşı tepeleri, deniz, ön plandaki palmiye. Hepsi bu ama bu her şey.
Bu sabah karşıları doğu aydınlığı altında sütlü bir pus
kaplı. Konturlar seçiliyor-seçilemiyor, neredeyse yekpare. Deniz de patlayan ve
sakin beyaz yamalar halinde uzanıyor. Rengi beliren tek şey, yeşili iyice
koyulaşmış, vuran güneş altında tepe yelpazeleri sarıya çalan ışıltılı palmiye.
Gökyüzüyle birlikte bu dördü arasındaki git-geller aklımı başımdan alıyor. Öğle
güneşi altında acemi fotoğraflarındaki yavan eşitliğe bürünürlerken ışığın
dramatik yoğunlaşma anlarında, gündoğumu-batımları, bulutlu, yağmurlu, sisli
puslu havalarda, alacakaranlıkta tüyleri diken diken eden ön plan-arka plan
geçişimleriyle gözümü kulaklaştırarak, kavrayışımı doğrudanlaştırarak ne
müzikler dinlemiş, ne romanlar okumuş, piyesler seyretmişim gibi yapıyorlar
beni.
Ama hep gözümden vuruluyor, zamanın dışına çıkmış,
suskun, gördüğümü araya zihin girmeden içiyorum.
Şimdi pusa bürünmüş karşı tepeler, havanın nemi
çekildiğinde kat kat yeşil. Siyah-beyaz fırtınalarda tehditkar, dingin gün
sonlarında yumuşacık. Palmiye desen (çok dedim onu)..
Seyrediyorum.
Seyrin demledikleri bir vakit sonra demliğimi dolduruyor.
Sadece ışık ve değişimi var. Geri kalan her şey (tepeler
yeşil, hayır beyaz; yumuşacık, hayır tehditkar; ışık içinde, hayır
kapkaranlık!) gerçek bellediğimiz anlardan ve yorumlarından ibaret derken
buldum kendimi bu sabah.
En büyük gücümüz dikkat
ama mirasyediler gibi nasıl da çarçur ediyoruz. Onca vakit harcadığımız sosyal
medya, koskoca Manhattan adası karşılığında yerlilerin eline sayılan incik
boncuk gibi.
Dikkatin bölünmesi (belki
güç/otonomi kaybı olduğundan) stres yaratıcı. Stres ise dikkatin sağa sola
saçılmasını daha da hızlandırırmış. Gerçek hayat memat meselelerinde böyle
olması isabet deniyor; gözlerin fıldır fıldır, daldan dala hızla etrafını
taraman gerek ki nereden ne geleceğini kestirebil. Bizim aynı kalan fizyolojik
işleyişlerimizle yaşadığımız çılgın tempolu günümüz koşullarındaysa bu,
kaybolup gidiş oluyor.
Neye odaklanacaksan
odaklan ama bunun için önce dikkatini geri al. Öyle kuru kuruya değil, iş gören
yeni davranışları alışkanlık haline getirerek. Ama bunun için iradeye dayanma.
Alışkanlık oluşturmada
stres konusunda uzmanlaşmış iki tıp doktorunun ipuçlarından çok yararlanıyorum:
Rangan Chatterjee (Feel
Better in 5) ile Aditi Nerurkar (The 5 Resets).
Değişimin hayli enerji
istediğini, beynin ise enerji ekonomisinde olabildiğince kolaya kaçıp
değişimden pek haz etmediğini söylüyorlar. Sıkıya gelmeyeceği, binicisini ilk
fırsatta sırtından atacağı için, binicinin elindeki kırbacın (irade) işe
yaramayacağını, onun suyuna gitmek gerektiğini.
Bu nasıl olacak?
En önemlisi, yüklenmeden.
Aditi Nerurkar, tek seferde sindirebileceğimiz değişiklik sayısının iki
olduğunu söylüyor. 2 Kuralı diyor buna.
İkincisi, ufaktan,
bulunduğumuz yerden başlamak, kat edilen görünür mesafeye değil, birikime
odaklanmak. Egzersizde olduğu gibi, küçük adımlar uzun zaman görünür bir sonuç
yaratmıyor ama bu hiçbir şekilde sonuçsuz kaldıkları anlamına da gelmiyor.
Birikiyorlar. Tıpkı olumsuz alışkanlıklarımızın da biriktiği gibi. Ve günü
geldiğinde olumsuzlar faturalarını, olumlular da ödüllerini önümüze
koyuveriyor.
Ufak başlamak,
değişikliğin büyüklüğü kadar buna yönelik eylemin süresiyle de ilgili. Günde
sadece 5 dakika, diyor Rangan Chatterjee.
Buna şeytanın bacağını
kırmak da diyebiliriz. Bizi hiçbir yere vardırmayan ya hep ya hiç yaklaşımı
(bahanesi) yerine küçük bir tadımlık. 5 dakikanızı başka neye vermiyorsunuz ki?
X’in, Instagram’ın başında harcananlar yanında metelik sayılmaz.
Sonra iki hekim de
stresinizin ne etrafında yoğunlaştığına ve kendi koşullarınıza göre hayatınızın
çeşitli alanlarında (beslenme, hareket, davranış) girişebileceğiniz birçok yeni
davranış örneği sıralıyor. Bunların biri sizin için değilse diğerleri hep kolay
lokmalar ve sürdürülebilir.
5 dakikayı hiç yabana
atmayın diyor Chatterjee. Size iki ay boyunca her gün sadece 5 dakika boyunca
yiyebildiğiniz kadar abur cubur, tatlı, içebileceğiniz kadar gazozlu içecek
yiyip içmenizi söylesem (bunlara tıka basa doldurulan alışkanlık yapıcı maddeler
sayesinde kolay da olurdu), bir iki haftada sağlık sorunları belirmeye, birkaç
haftada kan tablonuz değişmeye, bir yıla kalmadan da problemleriniz ciddiye
binmeye başlardı. Aynını olumlu alışkanlıkların tersinden yapmayacağını
söyleyebilir misiniz? Alışkanlık yerleşik hale gelirken olumlu-olumsuz, aynı
fizyolojik ve psikolojik işleyişe dayanır. Birinde kolaylaştırıcı katkı
maddeleriyken diğerinde gözünüzle görmeye hemen başlamasanız da çok çabuk
hissedilir olan ödülleri.
Az ve öz tutulan
değişiklikler, sandık ile sıkışmış kapağı arasında yerleştirilen manivela gibi
çalışıyor. Verdikleri tat ile yansımaları momentum yaratıyor ve bunu ilk
heyecan geçtikten sonra sürdürüyor. Bir kez yerleşen artık cepte sayılır;
çoğaltılabilir, yoğunlaştırılabilir. İkişerli yeni ufak adımlara geçilebilir.
Memleketi ya da dünyayı
değiştiremeyebilirsiniz ama değiştirmenin size canlılığınızı geri vereceği çok
şey yok mu?
Dikkatinizi geri almaktan,
bunun için yapılabilecekleri yapmaktan başlayarak?
Yakınma, şikayet, stres tepkisini idare eden amigdalayı harekete geçiriyormuş. Gayet anlaşılır: Eylem yerine geçen pasif şikayet, güçsüzlük hissinin sonucu ve dönüp tekrar onu doğuruyor. Bundan âlâ stres olur mu? Foşur foşur salınan stres hormonları bedeni-ruhu için için kemiriyor.
Şikayet edilmeyecek gibi mi ki?!
Olabilir, olmayabilir. Benim baktığım haklılığı değil, bu
halde yaşamanın bize ne yaptığı ne hale getirdiği.
Amigdalanın ateşini alan suhuletin beynin muhakeme katından
geldiğini biliyoruz.
Refleks tepkiler, müthiş bir güç erimesi anlamına
geliyor. Durduğun yerde ufalandığın. Bunun da acizlik kardeşlikleri gibi fukara
tesellilerinden başka yararı var mı?
-
Kaslar hakkında öğrendikçe şaşıyorum. Hareketi sağlamak
tek bir işiymiş bu başlı başına organ olan harikaların. Glikozun yağ olup iç
organları sarmak yerine enerji kaynağı olarak yedeklendiği yerler olarak
gördükleri iş gibi pek çok metabolik işlevleri varmış. Yaşla gelen azalmadan
paylarını da 30’lu yıllarımızdan itibaren almaya başlıyorlar, bu erime 50
yaşından başlayarak 3’er 5’er artıyormuş.
Ne yapmalı?
Güç kaybeden her şey gibi gücü geri kazanmanın yollarına
bakmalı. Kasların durumunda bu, egzersiz. Özellikle kuvvet egzersizleri ama
genel olarak hareket bütün organizmaya, hele de bu iş için biçimlenmiş görünen
beyne iyi.
Bundan sonra -miş’li zaman kullanmama gerek yok; çarpıcı
değişimi sadece 10-11 hafta içinde bizzat yaşıyorum. Ölgünlük, yılgınlık,
tıkanmışlık, yerini güçlenmeye bırakıyor. Uzun bir hastalıktan sonra yataktan
kalkmak gibi bir dirilmeye.
Memleket bununla kurtuluyor mu? Hayır.
Ya dünya? Hayır. (Bu soru pekala dizlerini dövmeye de
yöneltilebilir.)
Ama ben onca güç kaybından sonra güç kazanıyorum.
Durduğun yerde çökmek yerine kalktığın gibi devinmek.
Kaslar bu işe çok seviniyor, topladıkları güçle muhakeme ve hayatiyeti de
besliyorlar.
Çok disiplinli olduğumu (hafıza kaydıma geçen) ilk kez (50’lerimin sonuna doğru ve amcamdan) duyduğumda irkilmiştim. İnsanın kendine konduramadığı bir sıfatla irkildiği gibi. Oysa önceden belirlenen bir programın aksatmadan uygulanması olarak tanımlanırsa, evet, öyleyim. Disiplinli.
Beni aynı canlılıkla irkilten bitişik kavram, irade.
Disiplinin gözü kendinden başkasına kapalı, kendine de alabildiğine ödünsüz,
acımasız, saplantılı sopası!
Kaba-katı-zorba. Kendime konduramamakta haksız mıyım?!
Bu, (içe ya da dışa yönelik) iradenin dayatıcı, olumsuz
yüzü. Onun ötesinde irade yaşamın belkemiği. Hayatı ayakta tutan. Olumlu-olumsuzdan
çok daha fazlası.
Bir de çağrışımları var tabii. İstikrarın, kararlılığın,
odaklanmanın pek para etmediği bir kültürel atmosferde erişilemiyorsa aşağı
çekilerek denge sağlanan özellikler bunlar.
Salak mıdır nedir?!
Takmış (konu her ne ise) şuna!
Kendine Alman mezalimi ediyorsun, haha!
*
Yeni Yıl (hafta/ay başı)
kararları, hamleler oldum olası abes gelir. Abandıkları irade (kendine yaptırma
gücü) ile çökmeye mahkum.
Düşünüyorum da, talihli
olduğum iki şey, çok nadir iç çatışma yaşamak ve dolayısıyla içimdeki karşıt
taraflardan biri lehine diğerlerini bastırarak hareket etme (irade kullanımı)
gereği. Sigara mı içiyoruz, hep birlikte. Sigarayı pat diye bırakıyor muyuz,
hep birlikte. İlginin, merakın, isteğin yekpare hareketi seçim ve dikkati
kendiliğinden yekpare yapıyor. Hort zorta, zulme gerek yok. Ortaya bunun
çabasızca çıkan sonucu disiplin. İrade denilen de arkasındaki odaklanmış
enerji.
Bir şey aklıma (bir bütün
olarak içime) yattığı an kaldırıp koymadan kalkıp ona yöneliyorum.
Bu tek parçalı, bölünmemiş
odaklanma benim güç kaynağım.
Disiplin dayatılan bir
düzen değil, doğal bir sonuç. İrade de bunun sopası değil, damarlarında dolaşan
kan.
*
TDK sözlüğünde disiplinin
dışsal yönüyle ve sınırlı bir tanımı var.
İrade de şu imiş: