Başımı kaldırmış, kirli humus rengi ince uzun apartmanlardan birinin cephesine bakıyorum. Bakımsız binanın ruhsuz simetrisini kıran şey olanca dikkatimi çekmiş: Üst üste iki katta, diğer pencerelerin 3-4’ü eninde, onlardan daha yüksek görünen içinden siyah, farklı boyutta iki pencere. Birinin önünde kıpkızıl açmış çiçekler. Gerileyip fotoğrafını çekmeye çalışırken iki adam beliriyor. Burası neresiyse buralı değil. Taşralı. Biri uzun, diğeri kısa. Uzun olan bıyıklı, daha yaşlı. Otel arıyorlar. Kadın da. Buranın yerlisi bir erkek yanlarından geçerken gözümü diktiğim binanın böyle bir otel olduğunu söylüyor, tam aradıkları. O, “İçi döküntüdür ama memnun kalırsınız” deyip geçerken kendimi baktığım cepheye yapışık upuzun, kafessiz bir yangın merdiveninin tepesinde buluyorum. 55 (yoksa 33 müydü?) kat olduğu bildirilen yerden aşağı ineceğim şimdi de. Ama ne kolay! Aşağıda vinçler, başka inşaat makineleri minicik görünse de en ufağından korku duymuyorum. İşte bak! Ayaklarımı bile kullanmaya gerek yok, bedenim tüy gibi, uysal, süzülürcesine gidiyorum derken, sen yine de dikkatli ol diyen yanımı dinliyor, sarı basamakları ikişer üçer inmeye devam edip katları adımlara bölüyor, daha ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışıyorum.
Çabuk
bitiyor. Yerdeyim. Etli butlu ama minyon vücuduna tam oturan yeşil deri
ceketli, bol makyajlı bir kadınla burun buruna geliyorum. Akşam olmuş. Kadın
beni oh oh! diye karşılıyor, çevirip sırtımı açtığı gibi burnunu yapıştırıyor.
Parfüm kokusu aradığını ve nedenini anlıyorum. Beni meslektaşı sanacak ama..
Üzerimde beyaz tenis kazağı, içimde ince askılı gündelik bir fanila ile,
üstelik kokusuz, beklediğine uygun değilim. O yine de yüreklendirmek ister gibi
oh oh diyerek beni incelerken burada çalışmadığımı söyleyince bırakıyor.
Taşralı adamları düşünerek “Buluyor musunuz?” diyorum. Tabii, diyor, bu iş
benden sorulur, gelsinler, pişman olmazlar. Kartını uzatırken artık gözü başka
yerde fıldır fıldır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder