Milli takımın Avrupa şampiyonu olmasından sonra bir arkadaşıma voleybol konusuna nasıl baktığını sordum. Yalnızlığımı paylaşacağını öngördüğüm bir arkadaşım. Yanılmamışım.
Maçları seyretmek gayet
keyifliydi, dedi.
“İşte o kadar bence de.
Bunu hırka edip sırtına geçirmenin alemi ne diyordum.”
“Evet. Acayip bir
coğrafya. Hiçbir şey olduğu gibi, kendi halinde kalamıyor.”
Özdeşleşmenin parçası
haline getiriliyor. Üzerine korkular, inançlar, bastırılmış duygular boca
edilip şiddetli bir çekim ya da itim nesnesine dönüştürülürken saldırılan ya da
savunulan şey kimlikle bir tutuluyor.
İlgimi çekiyorsa maçları beden
zekasının, kıvraklığı, potansiyelinin hoş bir seyrinden ibaret almada neredeyse
özgür değilim. Yapacağım yorumlar ağır, gülünç bir sansür altında. Sporcuları
birer cumhuriyet kızı (burada kız yerine kadın demek de adamakıllı bir seçim ve
eğilim göstergesi) olarak görmek başlangıç için asgari koşul. Başarılarını
kaybetmekten korktuklarımızın (ama engel olmak için de serçe parmağımızı bile
kımıldatmadıklarımızın), evrensel değerlerimiz, kırmızı çizgilerimizin simgesi
bilmek, susadıklarımızı, hasret kaldıklarımızı yerimize gerçekleştirmekle
görevlendirip bu vazife yerine getirildiğinde uğradıkları tıpatıp aynı dinamikten
kaynaklanan ama karşıt yönlü saldırılara kendimizi (düşüncelerimiz ve çenemizi)
siper etmek ağır postallarla balçıkta yürümeye benzemiyor mu? Adımlarımız
hantallaşıp dillerimiz sivrildikçe öne sürdüğümüz “gerçekler” aşırı basitleştirmeler
haline gelip bu halleriyle hiçbir şey çözmüyor, düğümler daha da körleşiyor.
Savunalım ya da saldıralım,
gerçeklerimiz aynı tartışılmazlıkta hakikatler, karşı kamptakiler de kör,
cahil, kandırılmış, kötü niyetli vs aymazlar.
Simgeler simgelere,
aynalar aynalara karşı.
Ne Tayyip’le yerinmeli ne
voleybolcularla öğünmeli dedim.
Güldük.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder