29 Eylül 2023 Cuma

SALI PAZARI

Düzen takıntılı ayakkabıcının da diğerlerinden saatler sonra tezgahlarını kamyonetine yerleştirmesiyle salı pazarından geriye yol boyu çöpten başka şey kalmadı. Gürültülü temizlik aracının ardından bu da süpürülüp toplandığında sokak, lambaların sarı aydınlığında bomboş uzanıp gitti.

Demir çubukların takırtısı, satıcıların birbirine yağdırdığı talimatlara gün doğarken karışmaya başlamıştı. Direkler dikildi, tenteler gerildi, kasa kasa, çuval çuval mal taşındı, yerleştirildi, gün boyu hane halkını, akşamüzeri tarım işçilerini bekledi. Tencere tava, sebze meyve, balık, hırdavat, çul çaput, baharat. Alış veriş, bakıp geçiş; pazar, suyu bu zamanda epey çekilmiş, yatağında ufalmış bir ırmak gibi aktı gitti, bitti geçti.

Seyreden gözümde gecenin her şeyi örtmüş sükuneti, bu belirip çoğalış, hızlanıp çözülüş de jeolojik çağlardan tek bir ana, süresi ikincil bir var-sonra yok oluş modeli oldu çıktı.

18 Eylül 2023 Pazartesi

TEKBİR

Bugün denizde az ötemde dubaların ipine tutunmuş üç adamdan ansızın yükselen tekbirle afalladım. Açıklardan, küçük adanın kıyısından bir ses onlara karşılık verdi. Allahın adını bilenler, hep birlikte diye haykırdı beriki üçünden biri. Art arda tekbir getirmeye, ardından ilahiler okumaya koyuldular. Bağrış çağrış iskeleye çıkıp çıkıp atlayan çocuklar dahil, denizdeki bütün sesler susarken adamlarınki koyda yankılanarak yükseldi. Balıkların bile sesi kesilmiş, tehdit algısıyla yer gök suspus olmuş gibiydi. Üç adam ile açıklardaki arkadaşlarının avazında müthiş bir dokunulmazlığını biliş vardı ki ürkütücü olan, içerik ile yorumundan bile önce bu var mı bana yan bakan! efelenmesiydi. Suda olmasam tüylerimi diken diken edecek bir meydan okuma.

Kurusıkı olmayan bir meydan okuma. Birileri bulaşsa da kıyasıya girişip canına okusak, kim bize ne yapacak ki! diyen. Bunda yanılmayan.

Ağır bir çaresizlik hissettim. Aradaki beton duvarı. İletişim olanaksızlığını. Ya sen ya ben restleşmesini. Güç bu tarafta, gerisi zaman meselesi! ilanını. Ancak güç dengelerinin değişmesiyle önü alınabilirse alınacak bir kayıp gidişi.

Biraz ileride, hayret ve üzüntüyle fısıldaşan iki erkekle bir kadının yanından kaybettik diyerek geçtim.

Duştan çıkarken üç adamdan biri diz altına inen kara mayosuyla sudan çıkmış, kirli renkli havlusuna sarınarak pehlivan çalımıyla şezlonglarla şemsiyelerin arasından yürüyordu.

Sultası altına alıp çıtır çıtır ezeceği tanrı kulu aranan bu babalanmanın onunla birlikte karaya çıkıp sitenin sokaklarında fink atmasına ne kadar kaldığını kestirmeye çalışarak eve döndüm.

17 Eylül 2023 Pazar

HATIR

Bakışlarından iyilik akıyor. Mülayim, sevecen bir kadın. Ailenin çekip çevireni, belli. Denizin son demlerinden yararlanmak için çocuklarını beklemeden otobüse, dolmuşa atlayıp gelmiş. Korkusu tek başına sıkılmak. Bu da onu, sanki elektrikler aniden kesilmiş de yakalandığı merdivende can havliyle elinin altındakine tutunur yapıyor. Konu komşunun evlerine döndüğü zamanda o da ben oluyorum.

Uzak durduğum, elini uzattığı an da tabanıma neft yağı sürülmüş gibi kaçtığım, verilen statü ve usulleriyle komşuluğun, anaların ak sütü gibi helal kıldığı bir içli dışlılık talebi burnuma dayatılıyor.

Sohbeti -ilkini- ayakta tutmak için giriştiğim moderatör canlılığı (kendi haline bıraksam kısa sürede tükenip gidecek bir mum aleviyken ölmesine kadar geçecek zamanda düşüp bayılmamak için yöneldiğim bir şey) ile de şevke gelen karşımdaki, sıkılacak gibi olduğu her an elinin altında olayım istiyor.

Son derece doğal, insan ilişkilerinin, komşuluğun organik bir parçası sayılan bu hissin (talep edilmesine bile gerek yok, kendiliğinden ihtiyaç duyulup karşılanması beklenirken) karşılıksız olması olacak şey değil!

Tasavvur ötesi.

Eğer hava kadar, su kadar tabii bu talebi karşılamıyorsan oluşan gedikten suçlu, sorumlusun.

Talep edilen ahbaplık, bir banka birlikte oturup boş boş karşıya bakarak çekirdek çitleme ruhlu. Sessizlikten kaçmak için açık bırakılan ama hiç kulak verilmeyen radyo gibisiniz birbirinize.

Laf arasına usturuplu bir şekilde serpiştirdiğini düşündüğün, “Bir başıma olmayı seviyorum. Kafa dinlemeyi. Kitabıma gömülmeyi” fikrinin de diğerinde hiçbir karşılığı olmadığını görmek biraz sarsıyor.

Bambaşka iki oluş biçimini kırmadan, incitmeden birbirine nasıl aktarabilirsin?

İçli dışlılığın yanı başında beliren diğer kavram, “hatır” anlayışı.

Hatırı kalmasın. Ne olur ki katlansan? Hatır için çiğ tavuk yenir!

Nedir hatır? İstemenin değil, ona seçimli bir hayır demenin yadırgandığı bir kültürde belirsiz süreler boyunca kendinden vazgeçmenin masumiyetine artık inanmadığım değneği.

*

Denize birlikte gidelim, dedi.

Neden ki? Gittik. O hemen kıyıda bacak hareketlerini yaparken açılıp uzaklaştım. Döndüm, duştan sonra güneşte kurumayı severmiş. Ben kalmam, suyun tazeliği üzerimdeyken dönerim dedim ama hatır için oturdum.

Dönerken onun bakışı kadar tatlı olmasına özen gösterdiğim bir tonla, “Bakın işte, herkes farklı farklı, alışkanlıklarımız uyuşmuyormuş. Birbirimizi kısıtlamayalım iyisi mi, siz istediğinizde denize gidin, beni beklemeyin” dedim.

Bakalım bu, sıkıntıdan patlayan lastiği ne kadar yamayacak?

16 Eylül 2023 Cumartesi

KADIN BULUNUR

Başımı kaldırmış, kirli humus rengi ince uzun apartmanlardan birinin cephesine bakıyorum. Bakımsız binanın ruhsuz simetrisini kıran şey olanca dikkatimi çekmiş: Üst üste iki katta, diğer pencerelerin 3-4’ü eninde, onlardan daha yüksek görünen içinden siyah, farklı boyutta iki pencere. Birinin önünde kıpkızıl açmış çiçekler. Gerileyip fotoğrafını çekmeye çalışırken iki adam beliriyor. Burası neresiyse buralı değil. Taşralı. Biri uzun, diğeri kısa. Uzun olan bıyıklı, daha yaşlı. Otel arıyorlar. Kadın da. Buranın yerlisi bir erkek yanlarından geçerken gözümü diktiğim binanın böyle bir otel olduğunu söylüyor, tam aradıkları. O, “İçi döküntüdür ama memnun kalırsınız” deyip geçerken kendimi baktığım cepheye yapışık upuzun, kafessiz bir yangın merdiveninin tepesinde buluyorum. 55 (yoksa 33 müydü?) kat olduğu bildirilen yerden aşağı ineceğim şimdi de. Ama ne kolay! Aşağıda vinçler, başka inşaat makineleri minicik görünse de en ufağından korku duymuyorum. İşte bak! Ayaklarımı bile kullanmaya gerek yok, bedenim tüy gibi, uysal, süzülürcesine gidiyorum derken, sen yine de dikkatli ol diyen yanımı dinliyor, sarı basamakları ikişer üçer inmeye devam edip katları adımlara bölüyor, daha ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışıyorum.

Çabuk bitiyor. Yerdeyim. Etli butlu ama minyon vücuduna tam oturan yeşil deri ceketli, bol makyajlı bir kadınla burun buruna geliyorum. Akşam olmuş. Kadın beni oh oh! diye karşılıyor, çevirip sırtımı açtığı gibi burnunu yapıştırıyor. Parfüm kokusu aradığını ve nedenini anlıyorum. Beni meslektaşı sanacak ama.. Üzerimde beyaz tenis kazağı, içimde ince askılı gündelik bir fanila ile, üstelik kokusuz, beklediğine uygun değilim. O yine de yüreklendirmek ister gibi oh oh diyerek beni incelerken burada çalışmadığımı söyleyince bırakıyor. Taşralı adamları düşünerek “Buluyor musunuz?” diyorum. Tabii, diyor, bu iş benden sorulur, gelsinler, pişman olmazlar. Kartını uzatırken artık gözü başka yerde fıldır fıldır.

 

9 Eylül 2023 Cumartesi

NÜKLEER BİR YERLEŞİM

9 kilometrelik kıvrım büklüm dağ yolunu katır sırtı olarak düşünürseniz, üzerine vurulan heybenin bir gözü bizim site ile adını verdiği koy, diğeri bağlı olduğumuz Yeşilovacık beldesi.

Yeşilovacık avuç içiydi. Sinekli bakkalı, çanak anten satıcı ve tamircisi, eczane ile tozlu bir girintide kahve, fırın. Merkez bundan ibaretti. Uzun, bakir bir kumsal ve yolun iç tarafında, sazlık bir şeridin berisinde birkaç yazlık site, ilköğretim okulu, hepsi o. Dağ yolunda tepeden bakışta turkuaz bir at nalı, karşıda dağlar, yeşil yamaçlarda tek tük köyler. İki yıl önceki büyük yangın göz alabildiğine ormanı aldı götürdü.

Yeşilovacık-Akkuyu arası 16 km. Nükleer santralin yeri ayrıldığında gitmiştik. Daha el atılmamış, çamların kıyıya inip havayı kokularıyla doldurduğu, denizi berrak, bakmaya kıyamadığın bir ıssız koydu. Binlerce insanın cirit attığı tıraşlanmış bir goril kıçı şimdi.

Yeşilovacık santral faaliyetinden nasibini alanlardan. Bir dam köy odasına bile istenen kiralara insan inanamıyor. Bu, alışverişin yine en masumu. Yıldan yıla dağda taşta pıtrak gibi biten yüksek apartmanlar hızlı bir şehirleşmeye doğru koştururken tarım arazilerinin de üç kuruşa kapatılıp santrale malzeme alanları olarak kullanıldığı söyleniyor. Yerleşimin dağınık ilerlemesi kanalizasyon yerine foseptik ile idare edileceğinin şaşmaz göstergesi. Nereye kadar?

İnsan işi ya da doğal felaketlere karşı tavrımız, çanımıza hangisinin elini çabuk tutup ot tıkayacağını düşündürüyor: Nükleer bir kaza mı, kendi bokumuzda yüzer olmak mı?

8 Eylül 2023 Cuma

AYNALI ÇARŞI

Milli takımın Avrupa şampiyonu olmasından sonra bir arkadaşıma voleybol konusuna nasıl baktığını sordum. Yalnızlığımı paylaşacağını öngördüğüm bir arkadaşım. Yanılmamışım.

Maçları seyretmek gayet keyifliydi, dedi.

“İşte o kadar bence de. Bunu hırka edip sırtına geçirmenin alemi ne diyordum.”

“Evet. Acayip bir coğrafya. Hiçbir şey olduğu gibi, kendi halinde kalamıyor.”

Özdeşleşmenin parçası haline getiriliyor. Üzerine korkular, inançlar, bastırılmış duygular boca edilip şiddetli bir çekim ya da itim nesnesine dönüştürülürken saldırılan ya da savunulan şey kimlikle bir tutuluyor.

İlgimi çekiyorsa maçları beden zekasının, kıvraklığı, potansiyelinin hoş bir seyrinden ibaret almada neredeyse özgür değilim. Yapacağım yorumlar ağır, gülünç bir sansür altında. Sporcuları birer cumhuriyet kızı (burada kız yerine kadın demek de adamakıllı bir seçim ve eğilim göstergesi) olarak görmek başlangıç için asgari koşul. Başarılarını kaybetmekten korktuklarımızın (ama engel olmak için de serçe parmağımızı bile kımıldatmadıklarımızın), evrensel değerlerimiz, kırmızı çizgilerimizin simgesi bilmek, susadıklarımızı, hasret kaldıklarımızı yerimize gerçekleştirmekle görevlendirip bu vazife yerine getirildiğinde uğradıkları tıpatıp aynı dinamikten kaynaklanan ama karşıt yönlü saldırılara kendimizi (düşüncelerimiz ve çenemizi) siper etmek ağır postallarla balçıkta yürümeye benzemiyor mu? Adımlarımız hantallaşıp dillerimiz sivrildikçe öne sürdüğümüz “gerçekler” aşırı basitleştirmeler haline gelip bu halleriyle hiçbir şey çözmüyor, düğümler daha da körleşiyor.

Savunalım ya da saldıralım, gerçeklerimiz aynı tartışılmazlıkta hakikatler, karşı kamptakiler de kör, cahil, kandırılmış, kötü niyetli vs aymazlar.

Simgeler simgelere, aynalar aynalara karşı.

Ne Tayyip’le yerinmeli ne voleybolcularla öğünmeli dedim.

Güldük.

7 Eylül 2023 Perşembe

KALAKALDIM

Milan Kundera, Encounter başlıklı denemelerinde Martinikli ressam Ernest Breleur’ün hilallerini anlatıyor. “Gecenin dalgalarında süzülen bir gondol gibi” bu hilaller, uçları yukarı doğru, ufka paralel.

Bunun sanatçının düş gücünden değil, ayın Martinik enleminden görünüşünden kaynaklandığını belirttikten sonra orada ve Avrupa’da insanlara hilalin gökyüzünde nasıl durduğunu sorduğunda kimsenin farkında olmadığını görüyor. Bakılmazlığı, görülmezliğinde “ay kadar yalnız” bu ayın Martinikte böylesine barışçıl duruşlu iken, dikey bir orak gibi göründüğü Avrupa’da bu haliyle arka ayakları üzerinde kalkmış, saldırmaya hazır bir hayvanı andıran savaşçı bir ay olduğunu söylediği yerde, a yok, beni de çok etkilemişti bu diye Senegal notları dosyasını açtım. Evet, yazmışım.

“Gün sonunda Afrika kulübeme çekilirken de yaşadığım en güzel gecelerden biriyle kesildi soluğum.

Kristal berraklığında gökyüzünü aydınlatan yüzlerce yıldız. Dalgalarla ağustos böceklerinin sesi ve.. hilal! Daha önce dikkatimi çekmeyen bir şeyi huşu içinde göğü seyrederken fark ettim. Hilal, bizim gördüğümüz gibi görünmüyordu burada. ) ya da ( oluşturur gibi değil, yere konmuş bir karpuz kabuğu gibi duruyordu. Bir an kendimi başka bir gezegende hissettim.

Hilalin burada camilerde neden bu şekilde tasvir edildiğini artık biliyorum!”

 

*

Dosyada dolanırken babamın gezi notları üzerine yazdıklarına rastladım. Kalakaldım. Beni aşarak görmüş.

Ona ham yanımla daha az yaklaşmak, söylediğine vaktiyle dokunabilmiş olmak isterdim.

Olsun, babam. Sen aklımın ötelerinden hissedip izlediğim bir ışık tuttun bana. Yontulmamışlığımı, hoyratlığımı, kör kaldığım zamanları aşıp geçmiş bir ışık.

Şükranlarımla

*

 

                1 Şubat 2005 Ankara

 

Seda, sevgili kızım;

Yüklü zarfın geldi. Artık benim de kutsal bir Baobab ağacım var. Altında sazdan kulübemin önünde hindistancevizleri dizisinin ötesinde uyuyan bir dev gibi dingin Atlantiği seyrediyorum.

Görüyorsun ya sende aktarma yeteneği bende de aktarılanı alma yeteneği örtüşmüş oluyor. Sıradan övgü sözcüklerini sıralamaya gerek duymuyorum. Seninle birlikte Deltada bir Tuareg, atlı arabacı, otel sahibi İsviçreli aile ile beraberiz. Yaşlı masalcı babadan tek söyleyeceğim şey, zihninle parlak bir zekan, kalbinle de bilgelik yeteneğin var. Gözlemlerinde zekisin, diyalogların ile de bilge. Diyaloglarında zekan (egon, benliğin) arka planda, bilinmeyen (değişmeyen) yanın önde. Anlamı, sen yoksun; doğal objektifinin önündekiler var. Aktardığın da bunlar. Yazdıklarını okuduktan sonra nice zamandır niçin okumaktan zevk almadığımın farkına vardım. Kitabı açıyorum, neredeyse cümle bitmeden kapatıyorum. Zihin ürünleri sarmaz oldu. Oysa bu ürünler benim için birer idealdiler. Yazdıklarını sindire sindire okudum. Bitirince içimden “oh be!” dedim.

Düzgün görünüp okunması güç yazımla seni daha çok yormayayım kızım. Teşekkür, sevgi ve özlemle kucaklarım.

Baban