Yan komşu her yerde. Dün elimde hortum ve bir musluk adaptörü, bunları birbirine geçirmek için olmadığım gibi olan (becerikli ve kuvvetli) bir erkek komşu bakınırken komşu hanımı arka balkonunda mangal tutuştururken gördüm. (Mangal yapan bir kadın ütü yapan bir erkek kadar alışılmadık.) Verin ben bir deneyeyim dedi ve zorlanmadan taktı.
Artık kullanabileceğim bir
hortum ile yeni, heyecan verici bir fasıl açıldı. Verandayı yıkadım. Mazılara,
yaprak dökmeye başlayan begonvile, yaprakları suyunu kaybetmiş manav ağacına su
verdim.
Ama hepsinin ötesinde
kendi ilişkisizliğimi sular gibi canlandığımı, tazelendiğimi hissettim. Komşunun
varlığı kendi başına bir mahcubiyet ve şevk karışımı uyandırarak harekete
geçirdi. Örnek olarak yol göstermek, en çok da böyle bir niyet güdülmediğinde
etkili oluyor. İyicil yüzüyle komşu, bir kendi bahçesine bir bizimkine bakıp
sessizce kınayacak, burun kıvıracak olsa kabuğumun daha da derinlerine
çekilecekken sadece kendi işine bakması heveslendirdi.
Sabahın körü ilk iş
naneleri suladım. (Pek sefil görünüyorlar. Komşu görünüme aldırmamamı söyledi
ama bunlardan bir şey çıkarsa Lazarus’tan geri kalmayan bir mucize olacak.)
Makası alıp bahçeye girdim. Portakala dadanan asmayı budarken uygulamalı bir
okul gezisindeki ilkokul öğrencisi kadar heyecan duydum.
Bakmak ve dokunmak ne
farklı. Gözlerinle, fikrinle dokunmak ile ele almak. Asmanın vantuz gibi
işleyen o kıvırcık uzantılarının (adlarını bilmiyorum) ne kadar güçlü olduğunu
kestiğim dalları aşağı çekmeye çalışırken fark ettim. (O an kafamda buna dair
metaforlar bile oluşamayacak kadar kendimi yaptığıma vermiştim. Kafam susmuş,
ellerim işliyordu.) Sararmaya yüz tutmuş yaprakların ele gelişini. Tam o sıra
başlayan haftalık sisleme sulamayla kokusu değişen kızıl toprağa basışın
engebeli yumuşaklığını. Epey bir öbeği yolun kenarına yığmıştım ki bahçıvan
İbrahim’i görüp çağırdım.
“Şu otlar nasıl temizlenir?”
diye sordum okuma bilmeyen bir yetişkinin utancıyla. (Oğuz Atay’ın elimdeki Tehlikeyi
Beklerken hikayesinin kahramanı topraktan kopmuş –“gecekondusunun bahçesine
elma fidanı diken hamal, pencere kenarlarını çiçekle dolduran fukaralar” kadar
olamayan- gideceği güya aydınlığa da varamamış bir yersiz, köksüz, kopuk. Yan
komşunun da etkisiyle bu halinde kendimi görmek hayli asap bozucuydu.)
Eğilip yolmaya başladı.
“A, bu kadar mı?!”
Ben de giriştim.
“Sulandıktan sonra daha
rahat gelirler.”
Uçtaki, Japon güllerini
boğanlara (ötekilerden farklı, lepiska saçlar gibi ve çok sıkı bunlar) el
attım. Kımıldamadılar bile.
“Öyle çıkmaz onlar, kazmak
gerek.”
Oğuz Atay’ın öyküsünde
kahraman, toprağa yakın olma fantezisiyle bahçeli bir ev tutuyor ama eli hiç
gitmiyor oraya. Her yanı bürüyenin ayrıkotu olduğunu da bitişikteki işçilerden
öğreniyor. Ne direşken olduklarını. Kenetlenen kökleriyle toprağı nasıl güçten
düşürdüklerini.
“Ayrıkotu mu bunlar?”
“Aynen.”
“Peki o zaman, sonbaharda
çapalatıp söktürürüz.”
“Aynen.”
İbrahim’in de öteyi beriyi
üstten budamasıyla yakışıklı bir berduş gibi görünen bahçenin suratı parlamadan
ortaya çıktı.
Günaydın bahçe! Pedikürden
sonra rahatlamış bir ayak gibi oldu mu? Umarım benim kadar ferahlamışındır.
Çamura bulanan elimi
ayağımı yıkamadan incire uğrayıp kendim ve komşular için bir kucak dolusu meyve
kopardım.
Sunduğun meyveler bile
manavdakiler kadar uzakken nasıl da damağımda canlandı bak şimdi.
Toprağına sağlık!