Bitişik komşularımız bayramı beklemiş. Geçti, geldiler. Anne, kızı, ergen torunu. Kendi halinde insanlar. Seslerinden çok kokuları yükseldi. Mutfaktan iştah açıcı çeşit çeşit koku.
Anne ile ben. Birimiz ne
ise diğeri o değil. Daha arabadan eşyalarını taşırken durup bahçelerinin
köşesindeki çiçeklerin kuru yapraklarını ayıklıyordu.
Ertesi sabah bol sarmısaklı,
sirkeli domates sosu kokusunu kızıl kızıl saçarken baktım çapayı almış, bahçeye dalmış. Otları yoldu, toprağı deşti. Harıl harıl çalıştı. Anaç bedeninde
yazlık bir entari, yüzünde olgun domatesler gibi güneşli, merhametli, sevecen bir
gülümseme.
Verandayı yıkadı,
paspasları korkuluğa astı. Pratik, eli çabuk, becerikli.
Bana bir boy aynası
tutulmuş, kendime baktım. Suçüstü yakalanmış gibi hissettim. Bahçeyi ot
bürümüş, asma nasıl olduysa portakala tırmanmış. Geleli iki buçuk ay oldu,
bahçeye takviye su verme fikri aklıma yeni düştü. Saç sakal birbirine karışmış
halini, yeşil otların kızıl toprağı örtmesini seviyorum. Bahçenin kalınlaştıkça
kalınlaşıp beni gelen geçenden ayıran perdeliğini.
Hepsi o mu, yoksa
bahçeyle, toprakla kanlı canlı bir ilişki kurmaktan mı geri duruyorum? Çaba
göstermeye üşeniyor, hatta bundan her nedense ürküyor muyum?
Verandaya bir kere bile su
tutmadım. Arada bir süpürüyorum. Bu su kıtlığında o yeter -mi, yoksa burada da
mı ipe un seriyorum?
Sorular zıddımın
bitişiğimde belirmesiyle başladı. Mutfak, temizlik, bahçe, kadınlık, komşunun
tabağında ne varsa sakınmadan girişmesi beni kendi tutukluğumla yüz yüze
getiriyor.
Geri duruşumda
serbestlikten uzak bir şeyler var. Dokunulmamış bir düğüm?
Benim ateşi dumansız
mutfağımdan sabahları naneli çayın yanında Umberto Eco’nun gotik denemelerinin
iştahımı açan rayihaları yükseliyor şu sıra. Başka zamanlar dünyanın, zamanın
dört bucağından başka mahsuller fikrimde, gönlümde pişiyor. Tutkularım ne kadar
yoğunsa o kadar platonik.
Etrafla ilişkilerimde
seken bir taş gibi yaşıyorum. Kalma, bağlanma diyen temel bir inancın avcunda.
Gel ve geç. Tutunma, kök salma. Giriştiğimi şöyle sıkıca kavramadan.
Komşum bütün bunlarda ne
kadar da doğal. İlgisi, bakımı, emeğiyle etrafını besliyor ve besleniyor.
Ama dur bir. Sabah bahçeden
yan komşusuna “Yorucu, pek de halim yok ama..” dediğini işittim. “Yapmamak
elimde değil, iş yapmadan duramıyorum. Huy işte.”
Ona uzaktan geçici bir
imrenme duyabilirim. Ama yaptıklarından çok hareket serbestisine gıpta ederken bu
söylediği, onun da kendince ve benimkinden farklı bir şekilde özgür olmaktan
uzak olduğunu düşündürdü. Onun hamaratlığıyla benim işten kaçınmamın madalyonun
iki yüzü olduğunu.
Bilinçli, bilinçsiz iliklerimize
işlemiş temel inançlarımızın, şartlanmalar, tanımlar ve sınırlamalarımızın, takılıp saplandıklarımızın bağı
hepimizin ayaklarında. Bizi durmadan biçimlendiriyor, biçimimizi pekiştiriyor.
Arada bir yanı başımızda beliren, biz neysek o olmayanın boy aynalığında kendi
dünyalarımızdan ötekilere bir vasistas açılıyor.
*
Not: Nane nasıl ekilir
diye sormuştum sabah. Az önce elinde bir bardak dolusu nane ve keserle geldi. “Yer
gösterin, ekivereyim.” Yukarı, deniz rüzgarlarıyla rengi atmış sardunyaların toprağı
betonlaşmış çiçekliğine çıktık. Aralarındaki boş toprağı kazdı, naneleri ekiverdi.
“Her gün sulayın, olur mu?
Ya sabah erken ya akşam. Nane su sever.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder