6 Ağustos 2021 Cuma

İKİ KARIŞ ÇİMEN

Amcamı iki yılın ardından ilk kez gördüm. Pandemi hapisliği yapacağını yapıp geçmiş, yazlığa geldiklerinde. Hareketsizlik, bir apartman dairesine kapanıp kalmak zaten kırılgan olan sağlığını daha da zayıflatmış olsa da burası, havası, serbestliğiyle hızla toparlanmasını sağlamış.

Kolları sıvamış, evin önü ve arkasındaki ufak toprak parçasına, tazelediği çimenlere, begonvil, japongülü, süs bitkilerine vermiş kendini. Onları uzun uzun sulamak en büyük işi. İki günde bir (bahçelere su gün aşırı veriliyor) kahvaltısını alelacele edip mahalledeki top oyununa koşturan çocuklar gibi kendini bahçeye atıyor. Hortumu ele aldığında suyla birlikte başka bir boyuta akıyor sanki. Toprakla kendi eviyle sınırlanmayan bir aşk ilişkisi.

“Toprak da bir canlı, baksana. Gözümde derdini dile getiremeyen hayvanlardan farklı değil. Kuruluğuyla yakarıyor; bana su ver!”

“Eskiden iki uca kadar gider, herkesin bahçesini, ağaçlarını sulardım. Suyu kısıtladılar. Dengem de iyi değil, artık sadece sağımızla solumuzdakilerin bahçesine su veriyorum.”

Denize bu kadar yakınken, canına okumuş bir tedavinin cilvesi, suyla bütün ilişkisi o. Ama insan bunun hiç de az şey olmadığını hissediyor.

Verandanın bambu perdelerini (bu yıl bir yana) neredeyse kesintisiz hissedilen rüzgara karşı bir kalyonun yelkenleri gibi idare etmek de onun birkaç işinden biri olmuş.

Elinden iş, sanat gelen biri değil. En büyük merakı dil. İştahı da yemeye, yiyeceklere değil, buna ve yerini göğünü dolduran kitaplarına. İngiliz edebiyatı okumuş. Eğitimini dil ile yapılabilecekleri derinden takdir edecek kadar yontmuş, inceltmiş. Dedemin olağanüstü hafızasından nasibini almış, klasiklerden, şiirler, romanlardan bölümleri akıldan söylüyor. Koyu şivesinde Ancient Mariner, The Raven.

İşi oyuna vurduk, eskiden o bana İngilizce sözcükler, deyimler sorardı, şimdi ben de ona olmadık şeyler soruyorum. Bilmediği bir şeye isabet etmişsem teşekkür edip hep el altındaki defterine kaydediyor. Sofra kurar, çay içer, yemek yerken sorularımız havada uçuşuyor.

“Fillerin çıkardığı ses?”

“Cırcırböceklerinin?”

“Erkeklerin akşamüzeri sakalı?”

“Yaraya tuz basmak?”

“Kötü bir şeyin beklentisi?”

Onunla olmak babamı geri getiriyor. Ne kadar farklı olsalar da dokundukları kumaşın atkısı çözgüsü çok yakın. Trajiğin içinde komediyi görmeleri, kahkahalara karışan ölüm hikayeleri.

Ve anılar. 91 yılın kalburu üzerinde kalmışlar. Bir vakitlerin dış ticaret bakanlığı. İran’dan Kuveyt’e, İsveç’ten İtalya’ya, Çekoslovakya’ya ülkenin tarihine de ayna tutan nice yaşantı. Kore’de irtibat subayı olarak yaptığı askerliği.

Köy yaşamı, aile. “Bizim sağ kalmamız mucizeydi. Onca yokluk, hastalık, bilgisizlik!”

Kanatlarını üzerimizde hissettiğim melek onu da esirgemiş. Hep bıçak sırtında olan sağlığını, “aklı başında birinin girişeceği iş değildi” dediği seçimlerini. (Arızalı bir arabayla Cenova’dan başlayan bir gemi yolculuğunun sona erdiği Beyrut’tan Şam ve Bağdat üzerinden çölü geçerek Kuveyt’e varış macerası!)

Araya giriveren birileri, talihli tesadüfler ve felaketle sonuçlanacak gözü karalıklardan çıkıveriş, olmadık yerlerde açılan kapılar.

Deus ex machina deyip deyip güldük.

*

Kuşu kedisi, hayvanlara içi gidiyor. “Hay allah, nasıl ısınmıştır sabahki su, zavallı çay içer gibi oldu!” deyip tastakini soğuk suyla değiştirdi.


Senden pek hoş olmayan bir isteğim olacak, dedi. Çiçekçilerden bana iki kürek gübre getirir misin?

Ertesi sabah, gübreyi bahçenin köşesinde paspas kadar bir yere serdi, üzerinde çalıştı.

“Orası benim saplantımdı. Yabani ot bürümüş, sararıp kurumuş. Ayıklayıp çim ektim. Sanmıyorum pek ama olur da çıkarsa göremeyeceğim fakat olsun.”

İşte bu, diye geçti içimden. Amcanı bir ceviz kabuğuna sığdır deseler anlatacağım tek hikaye.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder