Amcamı iki yılın ardından ilk
kez gördüm. Pandemi hapisliği yapacağını yapıp geçmiş, yazlığa geldiklerinde.
Hareketsizlik, bir apartman dairesine kapanıp kalmak zaten kırılgan olan
sağlığını daha da zayıflatmış olsa da burası, havası, serbestliğiyle hızla
toparlanmasını sağlamış.
Kolları sıvamış, evin önü
ve arkasındaki ufak toprak parçasına, tazelediği çimenlere, begonvil, japongülü,
süs bitkilerine vermiş kendini. Onları uzun uzun sulamak en büyük işi. İki
günde bir (bahçelere su gün aşırı veriliyor) kahvaltısını alelacele edip mahalledeki
top oyununa koşturan çocuklar gibi kendini bahçeye atıyor. Hortumu ele
aldığında suyla birlikte başka bir boyuta akıyor sanki. Toprakla kendi eviyle
sınırlanmayan bir aşk ilişkisi.
“Toprak da bir canlı,
baksana. Gözümde derdini dile getiremeyen hayvanlardan farklı değil. Kuruluğuyla yakarıyor; bana su ver!”
“Eskiden iki uca kadar
gider, herkesin bahçesini, ağaçlarını sulardım. Suyu kısıtladılar. Dengem de
iyi değil, artık sadece sağımızla solumuzdakilerin bahçesine su veriyorum.”
Denize bu kadar yakınken,
canına okumuş bir tedavinin cilvesi, suyla bütün ilişkisi o. Ama insan bunun
hiç de az şey olmadığını hissediyor.
Verandanın bambu
perdelerini (bu yıl bir yana) neredeyse kesintisiz hissedilen rüzgara karşı bir
kalyonun yelkenleri gibi idare etmek de onun birkaç işinden biri olmuş.
Elinden iş, sanat gelen
biri değil. En büyük merakı dil. İştahı da yemeye, yiyeceklere değil, buna ve
yerini göğünü dolduran kitaplarına. İngiliz edebiyatı okumuş. Eğitimini dil ile
yapılabilecekleri derinden takdir edecek kadar yontmuş, inceltmiş. Dedemin olağanüstü
hafızasından nasibini almış, klasiklerden, şiirler, romanlardan bölümleri
akıldan söylüyor. Koyu şivesinde Ancient Mariner, The Raven.
İşi oyuna vurduk, eskiden
o bana İngilizce sözcükler, deyimler sorardı, şimdi ben de ona olmadık şeyler soruyorum.
Bilmediği bir şeye isabet etmişsem teşekkür edip hep el altındaki defterine
kaydediyor. Sofra kurar, çay içer, yemek yerken sorularımız havada uçuşuyor.
“Fillerin çıkardığı ses?”
“Cırcırböceklerinin?”
“Erkeklerin akşamüzeri
sakalı?”
“Yaraya tuz basmak?”
“Kötü bir şeyin
beklentisi?”
Onunla olmak babamı geri
getiriyor. Ne kadar farklı olsalar da dokundukları kumaşın atkısı çözgüsü çok
yakın. Trajiğin içinde komediyi görmeleri, kahkahalara karışan ölüm hikayeleri.
Ve anılar. 91 yılın
kalburu üzerinde kalmışlar. Bir vakitlerin dış ticaret bakanlığı. İran’dan
Kuveyt’e, İsveç’ten İtalya’ya, Çekoslovakya’ya ülkenin tarihine de ayna tutan
nice yaşantı. Kore’de irtibat subayı olarak yaptığı askerliği.
Köy yaşamı, aile. “Bizim
sağ kalmamız mucizeydi. Onca yokluk, hastalık, bilgisizlik!”
Kanatlarını üzerimizde
hissettiğim melek onu da esirgemiş. Hep bıçak sırtında olan sağlığını, “aklı
başında birinin girişeceği iş değildi” dediği seçimlerini. (Arızalı bir arabayla
Cenova’dan başlayan bir gemi yolculuğunun sona erdiği Beyrut’tan Şam ve Bağdat
üzerinden çölü geçerek Kuveyt’e varış macerası!)
Araya giriveren birileri,
talihli tesadüfler ve felaketle sonuçlanacak gözü karalıklardan çıkıveriş,
olmadık yerlerde açılan kapılar.
Deus ex machina deyip deyip güldük.
*
Kuşu kedisi, hayvanlara
içi gidiyor. “Hay allah, nasıl ısınmıştır sabahki su, zavallı çay içer gibi
oldu!” deyip tastakini soğuk suyla değiştirdi.
Senden pek hoş olmayan bir
isteğim olacak, dedi. Çiçekçilerden bana iki kürek gübre getirir misin?
Ertesi sabah, gübreyi bahçenin
köşesinde paspas kadar bir yere serdi, üzerinde çalıştı.
“Orası benim saplantımdı. Yabani
ot bürümüş, sararıp kurumuş. Ayıklayıp çim ektim. Sanmıyorum pek ama olur da
çıkarsa göremeyeceğim fakat olsun.”
İşte bu, diye geçti
içimden. Amcanı bir ceviz kabuğuna sığdır deseler anlatacağım tek hikaye.