Anthony de Mello’dan (The Way to Love: The Last Meditations of Anthony de Mello)
Dünyanın ancak daha fazla iyi niyet ve hoşgörü ortaya koyabilirsek kurtulacağını düşünüyoruz. Yanlış. Dünyayı kurtaracak olan iyi niyet ve hoşgörü değil, berrak düşünmek.
Sizin haklı, diğer
herkesin haksız olduğuna inanmışsanız hoşgörünüz neye yarar? Bu hoşgörü değil, tepeden bakmadır. Kendinizi
başkalarından bir adım öne koyduğunuzdan gönüllerin bir oluşuna değil, ayrılıklara
yol açar. Böyle bir tavır olsa olsa size bir üstünlük hissi verirken komşunuzun
içerlemesine, böylece daha fazla hoşgörüsüzlüğe meydan verir.
Gerçek hoşgörü, hakikat
açısından herkesin dipsiz bir bilmezlik içinde olduğunun keskin
farkındalığından doğabilir. Çünkü hakikat özünde gizemdir. Zihin onu sezse de
kavrayamaz, nerede kalmış, dile getirebilmek. İnançlarımız ona işaret edebilse
de söze dökemez. Buna rağmen insanlar hararetli bir şekilde diyalogdan dem
vuruyor. Diyalog dediğiniz, en kötü durumda karşınızdakini görüşünüzün doğruluğuna
ikna etme çabanızın örtülü bir biçimidir, en iyi durumda da içinde yaşadığı
kuyunun yegane dünya olduğunu sanan bir kurbağaya dönüşmenizin önüne geçecektir.
Çeşitli kuyulardan gelme
kurbağalar inanç ve deneyimleri konusunda diyaloga girmek üzere bir araya
geldiğinde ne olur? Ufukları kendileri dışındaki kuyuları içine alacak kadar
genişler. Ama kavramsal kuyuların duvarları içine hapsolamayacak hakikat okyanusunun
varlığından hâlâ işkillenmezler. Ve bizim zavallı kurbağalar senin-benim, senin
deneyimlerin, ideolojin, benimkiler diye konuşur durur.
Formüllerin değiş tokuşu
bunları paylaşanları varsıllaştırmaz, çünkü formüller kuyuları ayıran duvarlar
gibidir; ancak sınırsız okyanus birleştirir. Fakat formüllerle sınırlanamayan bu
hakikat deryasına varmak için berrak düşünmek şarttır.
Nedir berrak düşünme,
insan ona nasıl ulaşır? Birincisi, öyle büyük bir düşünme biçimi gerektirmez.
10 yaşındaki bir çocuğun kavrayabileceği kadar yalındır. Öğrenmeyi değil,
öğrendiklerinizi sırtınızdan indirmeyi, yetenek değil cesaret ister. (…)
İçinize bakın ve kişilere,
durumlara tepkilerinizi bir gözden geçirin, tepkilerinizin ardındaki önyargılı
düşünceyle irkileceksiniz. Hemen hiçbir zaman o kişinin ya da durumun somut
gerçekliğine karşılık vermezsiniz. İlkelere, ideolojilere, inanç sistemlerine,
ekonomik, dini, psikolojik inanç sistemlerinedir karşılığınız; olumlu ya da
olumsuz, hazır düşüncelere, peşin hükümlere karşılık verirsiniz. Kişi, nesne ve
durumları bir bir ele alın ve karşınızdaki gerçekliği programlanmış algılarınız
ve yansıtmalarınızdan ayıran önyargınızı bulmaya çalışın. (…)
Berrak düşünmenin tek
düşmanı önyargılar ve inançlar değildir. Diğer bir düşman çift arzu ile
korkudur. Yoğun duygularla, yani arzu, korku ve öz çıkarlar ile kirlenmemiş bir
düşünme biçimi çok korkutucu bir yalınlaşma ister. İnsanlar düşünmenin bir kafa
işi olduğunu sanıyor. Oysa düşünce, sonucu belirleyen, ardından kılıfını
bulmayı akla buyuran kalpte oluşur. (…) Vardığınız birkaç sonucu gözden geçirin
de görün bunların çıkarlarınızla ne kadar katışık olduğunu.
Geçici gözüyle
bakılmadıkça varılan her sonuç için geçerlidir bu. Sözgelimi insanlar konusunda
ulaştığınız sonuçlara nasıl da dört elle sarıldığınızı düşünün. Bu yargılar
duygulardan tamamen özgür mü? Öyle olduğunu düşünüyorsanız muhtemelen yeterince
derinlemesine bakmadınız.
Bu, ülkeler ve bireyler arasındaki
anlaşmazlıkların ana nedeni. Çıkarlarınız benimkilerle örtüşmez, dolayısıyla
düşünceniz ve vardığınız sonuçlar benimkilerle uzlaşmaz. Düşüncesinin en
azından arada bir çıkarına aykırı düştüğü kaç kişi biliyorsunuz? Ya siz böyle
bir şekilde düşünmeye kaç kez giriştiniz? Kafanızda süregiden düşünme süreciyle
yüreğinizi çalkalayan korku ve arzular arasına aşılmaz bir engel koymayı kaç
kez başarabildiniz? Böyle bir şeye her girişmede berrak düşünmenin zeka değil
-o kolay yanıdır- korku ve arzu ile başarıyla baş eden cesaret olduğunu
göreceksiniz; zira bir şeyi arzuladığınız, bir şeyden korku duyduğunuz an
yüreğiniz bilinçli ya da bilinçsiz, düşünmenizin önüne geçer.
Hakikati bulmak için doktrinlere
değil, koşullanmasından ve düşünmenin işbaşında olduğu her seferinde kendi
çıkarından el çeken bir yüreğe ihtiyaç olduğunu idrak etmiş spiritüel devlerin
dikkate aldığıdır bu; koruyacağı, tamah edeceği hiçbir şeyi olmayan, böylece
aklı sakınmasız, korkusuz ve özgürce hakikat arayışına koyulmaya bırakan bir
yüreğe; yeni kanıtları kabule ve görüşlerini değiştirmeye her daim hazır bir
yüreğe.
İşte o vakit böyle bir
yürek tüm insanlığı aydınlatan bir lambaya dönüşür. Bütün insanlar böyle bir
yürekle donanmış olsa kimse kendini komünist, kapitalist, Hıristiyan, Müslüman
ya da Budist olarak görmez olurdu. Tam da düşünme berraklığı onlara her türlü
düşüncenin, kavramın, inancın cehaletlerinin işareti karanlıkla dolu lambalar
olduğunu gösterirdi. Bu idrakle de birbirinden ayrı kuyularının duvarları
çöker, bütün insanları hakikatte birleştiren okyanus içlerine dolardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder