Çok çatışmalı kişilikler (ÇÇK)
(high-conflict personalities) üzerine popüler bir kitap çeviriyorum. Yazar çok
çatışmalı kişilikler ve kişilik bozukluklarının el ele gittiğini söylüyor. Bunların
beş tipini ele alıyor.
Bağlantılı olabildikleri
kişilik bozukluğunun (narsisistik, paranoid, asosyal, histriyonik, sınırda kişilikler)
rengini almakla birlikte ÇÇK’lerin ya hep ya hiç düşünme biçimi, yoğun ya da
yönetilemeyen duygular, aşırı davranış ya da tehditler, başkalarını (günah keçileri)
suçlama gibi ortak özellikleri var.
İşin teorisine ilişkin
düşüncelerinde yazar, ÇÇK’lerin beyin yapılanmalarının tarihsel olarak
savaşlarda toplumun lehine iken barış zamanında gereksiz bir yıkıcılıkla
sonuçlandığını anlatıyor.
Yaygınlıklarının da
toplumun iyi mi kötü mü organize olduğuna bağlı olarak azalıp arttığını. Ama
genel olarak, dikkatimizi ele geçirme peşindeki baskın medya kültürünün negatif
ve aşırı davranışlara odaklanması ve bunların imgesiyle insanları bombardımana
tutmasıyla yangına körükle gidildiğini, genç kuşaklara bu davranış biçiminin
yeni normal olarak öğretildiğini.
*
Geldim bize.
Kavgacılık ve biz. Ve ben.
İşi mahalle kavgasına
vardırmadığım için kendimi ayrı tutuyordum ama ince eleyip sık dokuduğumda aynı
doğrultuda olduğumu görüyorum.
Aktif değil belki ama
pasif kavgacı olduğumu.
Saldırgan değil, korunmacı
türüne girdiğimi.
Şu alışılmış tavrımız
nelerle koşullanmış?
Bağır ki bağırmasınlar.
Ez ki ezmesinler.
Hiçbir şey yapamıyorsan
blöf yap. Gözdağı ver. Kendini olduğundan yalçın göster.
Göz korkut.
Efelen, dayılan,
çaçaronlaş.
(Elinden hiçbiri
gelmiyorsa çekil kenara, yüzünü duvara dön.)
*
Şantideva soruyor:
Alışılmış yaklaşım şimdiye kadar bizi nereye getirdi?
Nereye mi usta?
Diken üstünde yaşamaya,
sinir olmaya, diş bilemeye, nefrete, haklılığından kuşku duymamanın katılığı,
sığlığı, gerilimine, aşağılamaya, dudak bükmeye. Kronik şüpheye, kendini
salamamaya. Bozuk davranışlar cehennemini yeniden yeniden üretmeye. Daralıp
büzüşüp kalmaya.
Ne mi kaybettik?
Huzuru, barışı, ağız
tadını, iyi hisleri, hayata, topluma, insanlara güveni, dostçalığı,
yardımlaşmayı, iç enginliğini.
Şantideva soruyor: Peki ya
alışılmadık yolu tutsak?
Toplum şöyleymiş, insanlar
böyle, zaten baştakiler.., enayi misin nesin.. vb ile zehirlenmemiş, ezilmemek
için ezmeyi/dayılanmayı değil, huzuru, barışı öne alan bir tavır benimsesek?
(Hep anlatırlardı, 3-4
yaşlarındayken annemle babamın yanına gidip “Yılana yılanzıım diyersem yılan
bana ne diyer?” diye sormuşum. Uzun uzun düşünmüş bir halim varmış, gayet ciddi.
Kötüye iyi davranırsam kötü ne yapar?)
Bu aşırı çatışmalı
dünyada, ülkede, zamanda kaybedecek neyimiz kaldı?
*
Aslında diyor zoraki
imparatorundan (adamım Marcus Aurelius) köle feylezofuna, tuzu kuru imparator
danışmanına stoacılar, upuzun sorumluluk listeleri hazırlayıp duruyoruz ama
gerçekten kontrolümüz altında olan ne malımız mülkümüz ne en sevdiklerimiz
hatta ne de bedenimiz. Tek bir şeyi dizginleyebilir, biçimlendirebiliriz,
zihnimizi.
Başı bozuk bir zihin en
büyük düşmanımızken eğittiğimiz bir zihin en büyük müttefikimizdir.
*
Sizi ta derinlerden duyar
oldum ustalar. Teoride değil, bıçağın dayandığı kemiğimde.
Önümde bir ayrım.
Alışılmışın tarafına mı
sapıp geçici rahatlaması, ağır bedeliyle tepkiselliği sürdüreceğim?
Alışılmamış yolu mu yürüyüp
başkası, toplum, sorgulamadan kabul edilmiş “yeni normaller” ne derse desin,
kafamın (ve uzun vadede etrafımın) selametine bakacak, kendimi gemlemeyi,
dürtülerin kuklası olmamayı, aktif kabulü (ve bunları nasıl yapacağımı) öğreneceğim?