Denize tek başıma girmiyorum. Yakınlarımı birer
birer içimden geçirip suya onları da sokuyor, her birinin andığım varlığıyla
belirginlik kazanan teması, verdiğim her solukla onlara gönderiyorum. Su her
birimizi sarıyor, kucaklıyor, taşıyor. Sinir sistemlerimizden kaslarımıza,
beynimize rahatlatıyor, genişletiyor, şifasını yayıyor.
Zamanı çözüyor su. Geçmişin düğümlerini,
geleceğin pusunu açıyor. An dışında ne varsa gideriyor.
Kıyıya dik yüzerken gözlerim kapalı. Altın ışık
gözkapaklarımdan içeri akıyor. Duyularım ona bulanıyor. (Bu sabah. Gözümü
açtığımda denizin ortasına sahne spotu gibi yayılmış ışıltının merkezinde
upuzun direğiyle yarı siluetleşmiş bir yelkenli salınıyordu.)
Suya sırtüstü uzandığımda düşüncelerin
belireceği olsa da beni asıl yüzdürenin bilinci ışıkla oynaşıyor. Düşünceler
(onca iddiaları, gevezelikleri, yer tutmalarına rağmen) değil bu. Beni yüzdüren
su-hayat. Zihnin soluğu kesici kalabalığı o suyun yüzeyine yayılan mazot
lekesinden ibaret.
Su beni, yanıma aldıklarımla hepimizi yaşamla
doğrudan temasa getiriyor.
Bununla kalmıyor. Her birinin varlığına
sessizce dokunuyorum.
Derken bir gün neden sadece hayattakiler dedim.
Denize girmek ölmüşlerime de dokunuş, bir tür
şükran duası oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder