Çoğu insan hayatın çoğunu kafasının içinde
geçirir. O zaman bari orayı hoş tutalım demiş biri.
İyi demiş.
Yorumlar, kurgular, anlatılar, sorun, açıklama
ve çözüm tanımları, bunların yan ürünü kaygılar, sevinçler, az mutluluk, ziyadesiyle
mutsuzluk.
Hayata öyle bir filtreler silsilesi ardından
bakıyorsak yaşam alanımız da haliyle kafamızın içiyle sınırlı. Filtre de
sözcüğün ima ettiğinin tersine, olduğu yerde kalmamak şöyle dursun,
diğerleriyle sürekli çatışma, gerilim halinde olduğundan bu “yaşam alanı”
çoğunlukla ya açıktan açığa kavga, çekişme, çelişki içinde ya da dinamiklerin
birbirini sönümlemesiyle fersiz, tatsız tuzsuz.
Ne yapalım, dünyaya bir yüzü lütuf, diğeri
lanet olan böyle bir donanımla gelmişiz.
Ama karşıtlıkların olduğu yerde insana bir oyun
alanı da var demektir.
Lanetten lütfa doğru nasıl gidilir?
*
Başka türlü bir ilişkilenme biçimini önce hayal
etmekle başlamadıkça birlikteliklerimiz insanın insanı kendi gürültüsünden,
içindeki çalkantıdan göremediği, duyamadığı, işitemediği, yerine ona ilişkin
fikrini koyup bununla hasbıhal ettiği bir buluşamamadan ibaret kalıyor.
*
Yer açmak. Nefes almaya, Hayata. Kendime. Olan’dan
uzaklaştıkça hummalı bir bakteri kültürü misali çılgınlaşan bir hızla kendi
gerçekliklerini yaratan düşünce-his-izlenim-kaygı girdabının şalterini
indirdiğim gibi sahneyi kafamın dışına açmak.
Susmak bir. Bakmak. Kulak vermek. Kim oradaki?
Onun yaşam alanı nasıl bir kafa yapısıyla sınırlı?
Bölünmemiş dikkatimi sunmak.
*
Yer açmanın anlamını ben kendi
hoyratlıklarımın, özensizliğimin, aymazlık ve kayıtsızlığımın yankılarından,
yansımalarından öğreniyorum.
Geri dönüp kendimi (sürekli bir ben-ben-ben-
ilanı) boca ederek boğduğum anlara, kaçırdığım fırsatlara suratım buruşarak
baktığımda.
Zihnin matahmış gibi yaşadığım lanetini tersine
çevirme esini öyle geliyor.
*
Yer açmayı öğrenip tadına vardıkça boşluğun
anlamı değişiyor.
Kaçıştaki zihnin yüklediğinin tam tersine
dönüşüyor.
Yoksulluk, yoksunluk değil. Kafa içi kalabalığının
askıya alınışıyla tazeye, bilinmeyene, potansiyele açık. Hayatın gevişi
getirilen imgeleri, simgeleri yerine kendisiyle dolu.
Boşluğun böylesinin tadına vardıkça değeri de artıyor.
Onu ortaklaşan bir mevcudiyetle, dikkatle paylaşma özlemi. Yoksa da kendi kendine
yaşama isteği.
Doluluk, zenginlik denilen şeyler maddi
tüketimin zihinsel, duygusal karşılığı gibi gelmeye başlıyor. Faaliyet, nesne,
ilişki bolluğu gözümde sığlaşmaya. Körüklendikçe doyum değil, daha fazla açlık,
bağımlılık, dürtü kontrolsüzlüğü getiren bir zorlanım gibi görünmeye.
Boşluğu takdir etmeyi kendimden başlayarak
öğrendikçe o dolarken doluluk boşlaşıyor.
Bu tersine çevriliş, yaşam alanları kafalarının
içiyle sınırlı insanlar kalabalığından öteye bir yol olur muydu acaba?