2 Mart 2016 Çarşamba

SABIRSIZLIK

Joseph Campbell Mitolojinin Gücü’nde “Gördüğünüz gibi, bilinç iplerin elinde olduğunu sanıyor. Oysa insanın tümlüğünde ikincil bir işleyişten ibaret ve kontrolü ele geçirmeye kalkışmamalı. Bedenin insanlığına tabi olup hizmet etmeli. Yönetimi ele aldığında karşınızda Yıldız Savaşlarındaki Darth Vader gibi birini bulursunuz” demiş*.

Halbuki yerleşik sıralamayı sorgulamadan benimsemeye, aklı baş köşeye oturtup bedene onun hizmetkarı muamelesi yapmaya ne kadar alışığız. Kurgularda yaşayıp gitmeye, bunun fiziksel yansımalarından kopuk olmaya.

Ne ki beden? Açlıklarını doyurmaya bakarken haz da veren, evet ama buna ne kadar değdiğini dönüp dönüp sorguladığımız, zorbalık ya da cazibenin silahı olarak kullandığımız, ilgimizi allayıp pullamak, olmadı şöyle ya da böyle şımartmakla sınırladığımız, sürekli başkalarınınkiyle kıyaslayıp sonucundan hiç hoşnut olmadığımız, süsleme faslı geride kaldığında dikkatimizi bu kez sağlık sorunlarıyla çekmeye başlarken yine mutsuzluk kaynağı gördüğümüz ikincil bir şey.

Hayat, hakikat kafalarımızda, değil mi?

Öyle mi? Yoksa gerçek bildiğimiz aslında tavşanın suyunun suyu mu?

Yaşama bedenimizle değiyor da pek çok düşüncemizi hiç farkında olmadan bedensel hislere, doğrudan algıya dayandırıyor olabilir miyiz? Beden ve cevapları, uydurup uydurup birbirine eklediğimiz, uzayıp giderken ayağımıza dolanan, nefesimizi kesen hikayelerimizi dizdiğimiz ip, süreklilik olabilir mi?

Peki. Bir de tersini deneyelim, bakalım neler oluyor.

Bedeni araç bilmeyi bırakalım, başlı başına bir olgu, algı olarak kulak verelim.
Bir örnek: Sabırsızlık.

Diyelim tıkalı bir trafikteyim ya da birinin seksen sekizinci kere anlattığı hikayeyi dinliyorum.

Sıkışıyor, daralıyorum. Hal sürdükçe öfkeleniyorum, kan beynime sıçrıyor ama ya kımıldayamıyor ya da patlıyorum.

Bütün bu sürede dikkatim, tepki verdiğimde.

Bedene kulak vermek, odağı tepki konusundan tepkinin kendisine çevirmek demek.

Beni çileden çıkaranın maruz kaldığım olay değil, buna tepkim olduğunu görmek.

İşte o vakit bütün hikaye değişiyor. Koşulun çaresiz kurbanı olmaktan çıkıyorum. Hop oturup hop kalkmanın yerini uyanan bir ilgiyle bu şeyi, tepkiyi onun ipinde oynamadan izlemek alıyor. Normalde bir dürtü üzerine kat kat eklediğim kurgu (bu memleketin hali, insanların dayanılmaz sıkıcılığı, kaçma dürtüsü, kaçamayacak olmanın çaresizliği, bütün bunların çağrıştırdıkları, yeni örgüler, ilave çaresizlik) dağılıp gidiyor.

Yalın bir olguyla başbaşayım şimdi: Bedenim hop dedi. Der ya, bunu aklımdan bilip uzattıkça uzatmak yerine sakin olup beklersem kalktığı gibi oturur.

Doğrulamalar, haklılık, daha nice akıl yürütmeyi bir yana bırakıp bunları ateşleyen tepkiye baktığımda Campbell’in işaret ettiği hiyerarşiyi anlıyorum.

-------

* Ben bilinç yerine zihin demeyi tercih ederdim. Kendi haline bırakılmış sıradan aklın çayıra salınmış, rastgele, kaprisli, koşullanmış, kısıtlı hali. Sözün aslı şöyle: “You see, consciousness thinks it’s running the shop. But it’s a secondary organ of a total human being, and it must not put itself in control. It must submit and serve the humanity of the body. When it does put itself in control, you get a man like Darth Vader in Star Wars.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder