Joseph Campbell Mitolojinin Gücü’nde “Gördüğünüz gibi,
bilinç iplerin elinde olduğunu sanıyor. Oysa insanın tümlüğünde ikincil bir
işleyişten ibaret ve kontrolü ele geçirmeye kalkışmamalı. Bedenin insanlığına
tabi olup hizmet etmeli. Yönetimi ele aldığında karşınızda Yıldız Savaşlarındaki Darth Vader gibi birini bulursunuz” demiş*.
Halbuki yerleşik sıralamayı sorgulamadan benimsemeye,
aklı baş köşeye oturtup bedene onun hizmetkarı muamelesi yapmaya ne kadar
alışığız. Kurgularda yaşayıp gitmeye, bunun fiziksel yansımalarından kopuk
olmaya.
Ne ki beden? Açlıklarını doyurmaya bakarken haz da veren,
evet ama buna ne kadar değdiğini dönüp dönüp sorguladığımız, zorbalık ya da
cazibenin silahı olarak kullandığımız, ilgimizi allayıp pullamak, olmadı şöyle
ya da böyle şımartmakla sınırladığımız, sürekli başkalarınınkiyle kıyaslayıp
sonucundan hiç hoşnut olmadığımız, süsleme faslı geride kaldığında dikkatimizi bu
kez sağlık sorunlarıyla çekmeye başlarken yine mutsuzluk kaynağı gördüğümüz
ikincil bir şey.
Hayat, hakikat
kafalarımızda, değil mi?
Öyle mi? Yoksa gerçek bildiğimiz aslında tavşanın suyunun
suyu mu?
Yaşama bedenimizle değiyor da pek çok düşüncemizi hiç
farkında olmadan bedensel hislere, doğrudan algıya dayandırıyor olabilir miyiz?
Beden ve cevapları, uydurup uydurup birbirine eklediğimiz, uzayıp giderken
ayağımıza dolanan, nefesimizi kesen hikayelerimizi dizdiğimiz ip, süreklilik
olabilir mi?
Peki. Bir de tersini deneyelim, bakalım neler oluyor.
Bedeni araç bilmeyi bırakalım, başlı başına bir olgu,
algı olarak kulak verelim.
Bir örnek: Sabırsızlık.
Diyelim tıkalı bir trafikteyim ya da birinin seksen
sekizinci kere anlattığı hikayeyi dinliyorum.
Sıkışıyor, daralıyorum. Hal sürdükçe öfkeleniyorum, kan
beynime sıçrıyor ama ya kımıldayamıyor ya da patlıyorum.
Bütün bu sürede dikkatim, tepki verdiğimde.
Bedene kulak vermek, odağı tepki konusundan tepkinin
kendisine çevirmek demek.
Beni çileden çıkaranın maruz kaldığım olay değil, buna
tepkim olduğunu görmek.
İşte o vakit bütün hikaye değişiyor. Koşulun çaresiz
kurbanı olmaktan çıkıyorum. Hop oturup hop kalkmanın yerini uyanan bir ilgiyle
bu şeyi, tepkiyi onun ipinde oynamadan izlemek alıyor. Normalde bir dürtü
üzerine kat kat eklediğim kurgu (bu memleketin hali, insanların dayanılmaz
sıkıcılığı, kaçma dürtüsü, kaçamayacak olmanın çaresizliği, bütün bunların
çağrıştırdıkları, yeni örgüler, ilave çaresizlik) dağılıp gidiyor.
Yalın bir olguyla başbaşayım şimdi: Bedenim hop dedi. Der
ya, bunu aklımdan bilip uzattıkça uzatmak yerine sakin olup beklersem kalktığı
gibi oturur.
Doğrulamalar, haklılık, daha nice akıl yürütmeyi bir yana
bırakıp bunları ateşleyen tepkiye baktığımda Campbell’in işaret ettiği
hiyerarşiyi anlıyorum.
-------
* Ben bilinç
yerine zihin demeyi tercih ederdim.
Kendi haline bırakılmış sıradan aklın çayıra salınmış, rastgele, kaprisli,
koşullanmış, kısıtlı hali. Sözün aslı şöyle: “You see, consciousness thinks it’s running the shop.
But it’s a secondary organ of a total human being, and it must not put itself
in control. It must submit and serve the humanity of the body. When it does put
itself in control, you get a man like Darth Vader in Star Wars.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder