Arkadaşlarımın bugün, yarın önceden kararlaştırdığımız
buluşmalara gelecek halleri yoktu. Çok iyi anlıyorum. Ama başka bir teldeyim
ben. Dışarı çıkmak istedim. Kendimi dışarı atmak değil, hayır. Çıkmak.
Yapacaklarımı sakin sakin yapmak.
Öğleye doğru. Taksim otobüsü neredeyse bomboş. Trafik
açık.
Meydan. Gri göğün altında sevimsiz bir şantiye.
Yağmur yağıyor ama şemsiye açılacak hava değil. Sert bir
poyraz ani sadmelerle ortalığı kasıp kavuruyor. Buyurun, alın, ektiklerinizin
mahsulü! der gibi.
Soğuk.
İstiklal’e çıktım. Tekinsiz bir tenhalık. Galip Dede’ye
indim. Yamaha dükkanında alto flüt baktım. Satıcı ile sohbete koyulduk. Klarnet
çalıp öğretiyormuş. Askıdan si bemol bir klarnet indirip elime verdi. Yeni
doğmuş bir bebeği kucaklar gibi aldım. Huşu içinde bir ürkeklikle. Avuçlarıma
oturuşunu tarttım. Bedenini akıcı bir el yazısı gibi saran kavisli valflara
bastım. Ses aralığının dört buçuk oktavla saksafonunkinden geniş olduğunu
öğrendim. Nerelerden nerelere uzanılır öyle bir yelpazede. “Bence sizin öğrenme
vaktiniz gelmiş” dedi satıcı gülerek. Isınan içimi çekerek çıktım.
Lale Plağa girdim. Hakan’a bana müzik gerek dedim. Zeynep
Gedizlioğlu’ndan ne varsa. Başka Türk çağdaş müzik bestecileri.. Bir de Debussy
Images ile blok flüt için yazılmış şeyler. Onun önerdiklerinden de Vijay Iyer’den
Blood Sutra’yı aldım.
Asmalımescit’te bir kediyle yan yana oturup kahve
söyledim.
Öğrendiğin, edindiğin, denediğin ne varsa işe koşma
zamanı. Kendini umutsuzluğa, çalkantıya kaptırmadan ama taşlaşmadan da devam
etmek için.
İlk gideceğin yer de kafan değil, bedenin. Onu
rahatlatmak. Sakinleştirmek. Paniklerse düşüncelerini de duygularını da işe
yaramadığı gibi dönüp seni perişan eden bir girdaba çevirir.
Bir süredir uyguladığım diyafram nefesi birinci sınıf bir
müsekkin.
Sıkıntı ve tehlike hissi nefesi sığlaştırıyor ve bir
kısırdöngü başlatıyor. Sığ nefes sıkışık düşüncelere, kaygıya zemin hazırlıyor,
nefes bunlarla daha da sığlaşıp sıklaşıyor.
Beynin bekçi köpeği amigdala. Gelen her uyaranı bir
tehdit taramasından geçiriyor. Bu tarama sırasında anladığım kadarıyla
fizyolojik durumuna bakıyor. Telaşlıysan yangın alarmı devreye giriyor ve (nedenin
büyüklüğü küçüklüğü, isabetli isabetsiz oluşu hiç önemli değil; ha otobüsü
kaçırmaktan, ha bir sonraki bombalı saldırının kurbanı olmaktan kork) tekmil
biyokimyasal, fizyolojik repertuar şıpın işi sahneye konuyor.
Derin, uzun diyafram nefesi, zincirini gererek hamle eden
köpeğe, tamam, her şey yolunda, sen yatmana bak demenin yolu.
Nefesle birlikte zaman algısı da genişliyor.
Açtığım bu alanda hikayemi seçebilirim artık. Her
bombayla birlikte aynı silsileyi izleyerek altüst olup infiale kapılacak, depresyona
gömülecek, etkisi azalmaya yüz tuttuğunda bir sonrakine kadar şöyle ya da böyle
rahatlayarak hayatıma mı döneceğim, yoksa bu oyundan, kuklası olmaktan çıkacak
mıyım?
Kahvem geldi. Ağır ağır içtim.
Arkama yaslanıp derin bir nefesle üzerimize çöken deşici
acının, çılgınlığın dinmesini diledim.
Tüylerini kabartarak kıvrılmış kediyi son kez okşayıp
yağmura çıktım.
Oğlum, dedi, yanından geçtiğim iki adamdan biri ötekine,
bu işin sonu yok, ha şuracıkta ayağın takılıp merdivenlerden yuvarlanarak da
ölüp gidebilirsin.
Merdivenlerden Şişhane metrosuna indim. Tenha vagonda
yüzlere baktım. Gülümseyen bir iki okullu. Başkaca suratlar kapalı. İfadesiz.
Ağır. Hayret, telefonlar bile her zamanki gibi mıncıklanmıyordu. Aksakallı bir
ihtiyar oturduğu yerden, başında dikilirken dirseği kafasına çarpan genci
payladı. Genç parladı. Tartışmaları sessizlikte yükseldi. Kendini toparlayan
ihtiyar oldu. Yatıştırdı. Sustular. Onlara çevrilen robotsu kafalar da önlerine
döndü.
Levent çarşıdan acılı tavuk butları alıp eve döndüm.
Bach’ın flüt konçertolarını koydum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder