14 Mart 2016 Pazartesi

BİR PATLAMANIN DAHA ERTESİ

Arkadaşlarımın bugün, yarın önceden kararlaştırdığımız buluşmalara gelecek halleri yoktu. Çok iyi anlıyorum. Ama başka bir teldeyim ben. Dışarı çıkmak istedim. Kendimi dışarı atmak değil, hayır. Çıkmak. Yapacaklarımı sakin sakin yapmak.

Öğleye doğru. Taksim otobüsü neredeyse bomboş. Trafik açık.

Meydan. Gri göğün altında sevimsiz bir şantiye.

Yağmur yağıyor ama şemsiye açılacak hava değil. Sert bir poyraz ani sadmelerle ortalığı kasıp kavuruyor. Buyurun, alın, ektiklerinizin mahsulü! der gibi.

Soğuk.

İstiklal’e çıktım. Tekinsiz bir tenhalık. Galip Dede’ye indim. Yamaha dükkanında alto flüt baktım. Satıcı ile sohbete koyulduk. Klarnet çalıp öğretiyormuş. Askıdan si bemol bir klarnet indirip elime verdi. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi aldım. Huşu içinde bir ürkeklikle. Avuçlarıma oturuşunu tarttım. Bedenini akıcı bir el yazısı gibi saran kavisli valflara bastım. Ses aralığının dört buçuk oktavla saksafonunkinden geniş olduğunu öğrendim. Nerelerden nerelere uzanılır öyle bir yelpazede. “Bence sizin öğrenme vaktiniz gelmiş” dedi satıcı gülerek. Isınan içimi çekerek çıktım.

Lale Plağa girdim. Hakan’a bana müzik gerek dedim. Zeynep Gedizlioğlu’ndan ne varsa. Başka Türk çağdaş müzik bestecileri.. Bir de Debussy Images ile blok flüt için yazılmış şeyler. Onun önerdiklerinden de Vijay Iyer’den Blood Sutra’yı aldım.

Asmalımescit’te bir kediyle yan yana oturup kahve söyledim.

Öğrendiğin, edindiğin, denediğin ne varsa işe koşma zamanı. Kendini umutsuzluğa, çalkantıya kaptırmadan ama taşlaşmadan da devam etmek için.

İlk gideceğin yer de kafan değil, bedenin. Onu rahatlatmak. Sakinleştirmek. Paniklerse düşüncelerini de duygularını da işe yaramadığı gibi dönüp seni perişan eden bir girdaba çevirir.

Bir süredir uyguladığım diyafram nefesi birinci sınıf bir müsekkin.

Sıkıntı ve tehlike hissi nefesi sığlaştırıyor ve bir kısırdöngü başlatıyor. Sığ nefes sıkışık düşüncelere, kaygıya zemin hazırlıyor, nefes bunlarla daha da sığlaşıp sıklaşıyor.

Beynin bekçi köpeği amigdala. Gelen her uyaranı bir tehdit taramasından geçiriyor. Bu tarama sırasında anladığım kadarıyla fizyolojik durumuna bakıyor. Telaşlıysan  yangın alarmı devreye giriyor ve (nedenin büyüklüğü küçüklüğü, isabetli isabetsiz oluşu hiç önemli değil; ha otobüsü kaçırmaktan, ha bir sonraki bombalı saldırının kurbanı olmaktan kork) tekmil biyokimyasal, fizyolojik repertuar şıpın işi sahneye konuyor.

Derin, uzun diyafram nefesi, zincirini gererek hamle eden köpeğe, tamam, her şey yolunda, sen yatmana bak demenin yolu.

Nefesle birlikte zaman algısı da genişliyor.

Açtığım bu alanda hikayemi seçebilirim artık. Her bombayla birlikte aynı silsileyi izleyerek altüst olup infiale kapılacak, depresyona gömülecek, etkisi azalmaya yüz tuttuğunda bir sonrakine kadar şöyle ya da böyle rahatlayarak hayatıma mı döneceğim, yoksa bu oyundan, kuklası olmaktan çıkacak mıyım?

Kahvem geldi. Ağır ağır içtim.

Arkama yaslanıp derin bir nefesle üzerimize çöken deşici acının, çılgınlığın dinmesini diledim.

Tüylerini kabartarak kıvrılmış kediyi son kez okşayıp yağmura çıktım.

Oğlum, dedi, yanından geçtiğim iki adamdan biri ötekine, bu işin sonu yok, ha şuracıkta ayağın takılıp merdivenlerden yuvarlanarak da ölüp gidebilirsin.

Merdivenlerden Şişhane metrosuna indim. Tenha vagonda yüzlere baktım. Gülümseyen bir iki okullu. Başkaca suratlar kapalı. İfadesiz. Ağır. Hayret, telefonlar bile her zamanki gibi mıncıklanmıyordu. Aksakallı bir ihtiyar oturduğu yerden, başında dikilirken dirseği kafasına çarpan genci payladı. Genç parladı. Tartışmaları sessizlikte yükseldi. Kendini toparlayan ihtiyar oldu. Yatıştırdı. Sustular. Onlara çevrilen robotsu kafalar da önlerine döndü.

Levent çarşıdan acılı tavuk butları alıp eve döndüm.


Bach’ın flüt konçertolarını koydum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder