Pazar öğleye doğru Boğaz kıyısı.
Bahar kokan mavi bir gün. Sıcak. Gözüm uzanıp yayılmış
iri bir kediyi okşar gibi bir uçtan öbürüne yumuşak, kesintisiz yaylar çizerek dolanıyor.
Kaldırımlar şimdiden kalabalık. Balık tutanlar arasında kıvrak zikzaklarla yürüyen
koşan bisikletini sürenler. Köpekler, bebekler. Satıcılar. Rengarenk. Modası
alıp yürümüş fosforlu spor ayakkabıları. Bir helikopter pata patası. Karşı
tepelerde yeni inşaatlar. Su. Kiri bu sabah bu yakaya yığılmış. Teşhis
edilemeyecek kadar parçacıklarına ayrılmış bir zibil yatağında cam şişeler, alüminyumları
ışıldayan bisküvi, ıvır zıvır ambalajları, çürük meyve, cinselliğin, tek parça
soyulup atılmış semender derisi gibi suyun ağır hareketleriyle dalgalanan
hayaleti prezervatifler. Su daha ilerilerde koyu mavi. Üzerine renkli balonlardan
nişangahlarını sermiş müşteri bekleyen tüfek attırıcılar. Martılar. Uğultuyu
yırtıp geçen motosikletler. Vapur düdüğü. Tomurcuklanan, açmaya başlayan
ağaçlar. Nefis bir kış manolyası, bej içli pembe. Uçaklar. Teknelerin şok
emicilerinin inilti, gıcırtıları. Çoğu paslı helezonlarından birbirlerine
karışarak yükselen müzikleri. Sıklaşıp ağırlaşan trafik….
Özlemiş misin diye sordu bir yakınım.
Yokladım, hayır. Ama kavuştuğuma çok sevindim.
Epey bir zamandır, neredeysem oradayım. Başka bir yer
olmamış, olmayacak gibi.
Birinden diğerine, Ankara’dan İstanbul’a geçiş tuhaftı.
Otobüs yolculuğu boyunca annenin yarı uyuşturulduğu bir doğumdan, doğum
kanalından geçer gibi geldim. İpi salınmış bir uçan balon gibi hafifleyip uzaklaşan bir kafayla. Sersemlemiş.
O kadar farklı ki bu iki yerin duygusu, olma biçimi,
geçişin böyle yavaş, çekimsiz olması belki de en doğalı.
İçe dönüklükten dışa açılmaya, tek renkten cümbüşe,
odaklanmaktan yayılıp dağılmaya.
Geçiş tamamlandıktan sonraysa şimdi artık sadece İstanbul
var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder