24 Mart 2016 Perşembe

BAŞLIKSIZ

Yola vakitli çıktık ama son ayaktaki trafiği hesaba katmamışız.

Cami tepesine vurduğumuzda içine düştük. Telaşlı, sıkışık, karmakarışık bir trafik, bulduğu ufacık aralığa sıra sıra park edenlerle iyice ağırlaşarak durmadan artıyordu. Bir aralığa da ben daldım. Arabadan kurtulup koşar adım avluya, kımıldayacak yeri kalmamış kalabalığa yetiştik. Annesini kaybeden arkadaşımızı, yakınlarını kıyısında bulduk. Diğerleri tabutunun başındaymış. İnsanları yararak cenazelerin dizi dizi sedyede uzandığı en öne gittik.

Burası ölüsü dirisiyle tam anlamıyla mahşeri bir kalabalıktı.

Tanıdıklarla selamlaşma, ayaküstü sohbet faslı bittikten sonra arkadaşımın hiç görmediğim annesiyle kısa, derin, sessiz bir bağ kurmak istedim. Benim için cenaze törenlerinin anlamı budur. Ölen ve kalanlarıyla yoğun bir bağ kurmak. Sessizlik ister haliyle, kaçmadan, örtmeden, saklanmadan orada olmak, kalmak. Karşısında boynumun kıldan ince olduğu gizemin büyüklüğü, acısının vuruculuğu, sersemleticiliğine teslim olmak ama sevginin, ilginin onarıcılığına da yol açmak..

Dikkatim dağıldı, ardından filmin seyrine odaklandı.

Tabutları saydım. 27 taneydiler. Düzene imkan vermeyen bir telaşla sıralandıkları belliydi. Sonu gelmeyen yıldırıcı bir seri işlem muamelesi gördükleri. Parmaklıkların dışında, yamaçta öylesine bırakılmış arabalar gibi. En uçta ikisi bayrak örtülüydü. Başlarında birkaç subay, inzibat eri. Durduğum yere yakın olanlarda kiminin üzerine yemeni serilmiş, birkaçında kırmızı karanfiller, bir kısmı hiçbir şeysiz. Düz ahşap ya da biraz özenilmiş çeşitleri –koyu kahverengi boyalı, cilalı. Ayrıntıları.. Vidaları gevşemiş tutamaklar. Başlarındaki Büyükşehir Belediyesi logoları, eski ve modern. Styks ırmağına durmadan yolcu taşıyan Kharon’un kayıkları.

Öğle namazı bitmiş, imam cenaze namazı için dışarı çıktı. Sim işli beyaz kaftanı, cebinde telsiz mikrofon, tabutların ortasında durdu, etraflarını almış kalabalığa cenazeleri önde kendi aralarında bırakarak geri çekilmelerini söyledi. Şoför tarafından uyarılan belediye otobüsü yolcuları gibi ilk anda görünmeyen boşlukları doldurarak çekildik, sıkıştık.

İmam mekanik bir sesle namazın nasıl kılınacağını açıkladı. Akışı bilmeyen azdır ama görevinin parçasıydı. Aklımdan, uçuştan önce kimsenin dinlemediği ama dinlemeye dinlemeye ezberlediği güvenlik bilgilerini vermek zorunda olan kabin görevlileri gibi diye geçti.

Her gün bir iki kere tekrarlanan, ruhani olması beklenen bir işe ruh katılabilir mi? Bir kullanım kılavuzu okumasından daha canlı, yüreğe dokunucu olması sağlanabilir mi? Dokunduğu yeri yakan ateş, onun biraz ötesinde herhangi bir rutin olmaktan çıkarılabilir mi? Din adamlarının sonsuz tekrar olan işlerinin ne zor olduğunu ilk kez düşündüm.

Hocanın gelişiyle uğultu dinmişti. Sessizlik, Nokia’nın connecting people melodisi ve ısrarla çalan bir cep telefonuyla bölündükten sonra dua boyunca devam etti.

İmam tabutların yanından geçerek isimleri beşer altışarlı gruplar halinde okudu. Er kişiler bittikten sonra hatun kişilere geçti. Aynı seri işlemlerin tekrarıyla tören bitti.

Kalabalık patlamak üzere tek bir gövde olarak dışarı hücum etti. Biz de. Bıraktığımızda kolayca buluruz sandığımız arabayı bulmanın oluru yoktu. Bütün bildiğim, caminin duvarına paralel bıraktığımdı ama hangi duvarının neresine? Etrafta dört döndükçe nirengiler daha da karışıyor, enine boyuna park etmiş otomobil sarmallarıyla kabusa dönüşüyordu. Sonunda nasılsa onu bulup tek araç gidelim diye başında bizi bekleyen bir arkadaşımızın telefondaki tarifiyle yanına varabildiğimizde çıkışını engellediğim iki arabadakilerin öfke seliyle karşılaştım. Aldırmadım. Acı insanı öfkeli yapar.

Caminin çevresindeki meydandan akışı zorunlu bir düzene sokan dar yola girdik. Biz mezarlığın eski kısmına gittiğimiz için bir süre sonra büyük kalabalığın ters tarafına saptık. Burada hemen hiç araç kalmamıştı gerçi ama şimdi de mantığını kavrayamadığımız bir parsellemede yön bulmaya çalışıyorduk. Deyişi tersine çevirerek içimden geçirdim: Aşağısı nasılsa yukarısı da öyledir. T adası bir süreliğine U adasıyla kesintiye uğradıktan sonra beklenmedik bir yerde yeniden karşımıza çıktı. Gerisi başı kalabalık olan mezar bakmaktı. Gördük.

Ulaştığımızda annenin naşı babanın kemikleri üzerine yerleştirilmiş, hoca dualar okumaktaydı.

15-20 kişilik bir topluluk dışında hiç kimsesiz. Tepenin eteklerinde, çanağı içindeki şehri kasıp kavurduğu beton rengi ağır pus perdesinden belli deli lodos burada hafifleyerek esiyor, koca yeşil ağaçları tatlılıkla hışırdatıyordu. Durduğum kıyıda içime çekilip anne ile bir anlığına ilk ve son kez selamlaşabildim.

Ardından sesler geri geldi. Hocanın sessizleri gırtlaktan çıkara çıkara Arapça esintisi vermeye çalıştığı –ama amaçlanan derinlik izleniminden kontrplak bir tiyatro dekoru kadar uzak kalan- noktasız virgülsüz duaları, arkamdakilerin ateşli bir fısıltıyla dalıp gittiği gündelik dedikodu. Mezara sırayla toprak küreleyen yakınların tek parça ağırbaşlılığı. Ne uzun bir aranın ardından bir sigara yakma ne de olayın yakınında olma dürtüsünden geçebilip mezar kapatılırken elinde sigarası, telaşla oraya seğirten bir arkadaşımın bir an ne yapacağımı bilemediğim (yadırgama, kınama, kendi haline bırakma) seyri..

Sonra, elde sigara, ağızda dedikodu, dikkat dört bir yanda olsa da, acısı olana sunabildiğimiz yakınlık, bunu kuşatan hengameden birden sıyrıldı. Kaldırdığı toz toprağın ötesinden rüzgarı olanca saflığıyla hissedebilmek gibi arındı. Güzelleşiverdi.

İnsanız işte. Tüm karışıklığı, karmaşıklığı, çeri çöpü, bölünmüşlüğü ve somluğuyla.

Siz yine de beni toprağa verdiğinizde gidip bir güzel kokoreç yiyin, isterseniz yanına koca da bir bira için.


Ama kısacık bir süreliğine bir işi bölünmeden yapın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder