Yola vakitli çıktık ama son ayaktaki trafiği hesaba
katmamışız.
Cami tepesine vurduğumuzda içine düştük. Telaşlı,
sıkışık, karmakarışık bir trafik, bulduğu ufacık aralığa sıra sıra park
edenlerle iyice ağırlaşarak durmadan artıyordu. Bir aralığa da ben daldım.
Arabadan kurtulup koşar adım avluya, kımıldayacak yeri kalmamış kalabalığa
yetiştik. Annesini kaybeden arkadaşımızı, yakınlarını kıyısında bulduk. Diğerleri
tabutunun başındaymış. İnsanları yararak cenazelerin dizi dizi sedyede uzandığı
en öne gittik.
Burası ölüsü dirisiyle tam anlamıyla mahşeri bir
kalabalıktı.
Tanıdıklarla selamlaşma, ayaküstü sohbet faslı bittikten
sonra arkadaşımın hiç görmediğim annesiyle kısa, derin, sessiz bir bağ kurmak
istedim. Benim için cenaze törenlerinin anlamı budur. Ölen ve kalanlarıyla
yoğun bir bağ kurmak. Sessizlik ister haliyle, kaçmadan, örtmeden, saklanmadan
orada olmak, kalmak. Karşısında boynumun kıldan ince olduğu gizemin büyüklüğü,
acısının vuruculuğu, sersemleticiliğine teslim olmak ama sevginin, ilginin
onarıcılığına da yol açmak..
Dikkatim dağıldı, ardından filmin seyrine odaklandı.
Tabutları saydım. 27 taneydiler. Düzene imkan vermeyen
bir telaşla sıralandıkları belliydi. Sonu gelmeyen yıldırıcı bir seri işlem
muamelesi gördükleri. Parmaklıkların dışında, yamaçta öylesine bırakılmış
arabalar gibi. En uçta ikisi bayrak örtülüydü. Başlarında birkaç subay, inzibat
eri. Durduğum yere yakın olanlarda kiminin üzerine yemeni serilmiş, birkaçında
kırmızı karanfiller, bir kısmı hiçbir şeysiz. Düz ahşap ya da biraz özenilmiş
çeşitleri –koyu kahverengi boyalı, cilalı. Ayrıntıları.. Vidaları gevşemiş
tutamaklar. Başlarındaki Büyükşehir Belediyesi logoları, eski ve modern. Styks
ırmağına durmadan yolcu taşıyan Kharon’un kayıkları.
Öğle namazı bitmiş, imam cenaze namazı için dışarı çıktı.
Sim işli beyaz kaftanı, cebinde telsiz mikrofon, tabutların ortasında durdu,
etraflarını almış kalabalığa cenazeleri önde kendi aralarında bırakarak geri
çekilmelerini söyledi. Şoför tarafından uyarılan belediye otobüsü yolcuları
gibi ilk anda görünmeyen boşlukları doldurarak çekildik, sıkıştık.
İmam mekanik bir sesle namazın nasıl kılınacağını
açıkladı. Akışı bilmeyen azdır ama görevinin parçasıydı. Aklımdan, uçuştan önce
kimsenin dinlemediği ama dinlemeye dinlemeye ezberlediği güvenlik bilgilerini
vermek zorunda olan kabin görevlileri gibi diye geçti.
Her gün bir iki kere tekrarlanan, ruhani olması beklenen
bir işe ruh katılabilir mi? Bir kullanım kılavuzu okumasından daha canlı,
yüreğe dokunucu olması sağlanabilir mi? Dokunduğu yeri yakan ateş, onun biraz
ötesinde herhangi bir rutin olmaktan çıkarılabilir mi? Din adamlarının sonsuz
tekrar olan işlerinin ne zor olduğunu ilk kez düşündüm.
Hocanın gelişiyle uğultu dinmişti. Sessizlik, Nokia’nın connecting people melodisi ve ısrarla
çalan bir cep telefonuyla bölündükten sonra dua boyunca devam etti.
İmam tabutların yanından geçerek isimleri beşer altışarlı
gruplar halinde okudu. Er kişiler bittikten sonra hatun kişilere geçti. Aynı
seri işlemlerin tekrarıyla tören bitti.
Kalabalık patlamak üzere tek bir gövde olarak dışarı
hücum etti. Biz de. Bıraktığımızda kolayca buluruz sandığımız arabayı bulmanın
oluru yoktu. Bütün bildiğim, caminin duvarına paralel bıraktığımdı ama hangi
duvarının neresine? Etrafta dört döndükçe nirengiler daha da karışıyor, enine
boyuna park etmiş otomobil sarmallarıyla kabusa dönüşüyordu. Sonunda nasılsa
onu bulup tek araç gidelim diye başında bizi bekleyen bir arkadaşımızın telefondaki
tarifiyle yanına varabildiğimizde çıkışını engellediğim iki arabadakilerin öfke
seliyle karşılaştım. Aldırmadım. Acı insanı öfkeli yapar.
Caminin çevresindeki meydandan akışı zorunlu bir düzene
sokan dar yola girdik. Biz mezarlığın eski kısmına gittiğimiz için bir süre
sonra büyük kalabalığın ters tarafına saptık. Burada hemen hiç araç kalmamıştı
gerçi ama şimdi de mantığını kavrayamadığımız bir parsellemede yön bulmaya
çalışıyorduk. Deyişi tersine çevirerek içimden geçirdim: Aşağısı nasılsa
yukarısı da öyledir. T adası bir süreliğine U adasıyla kesintiye uğradıktan
sonra beklenmedik bir yerde yeniden karşımıza çıktı. Gerisi başı kalabalık
olan mezar bakmaktı. Gördük.
Ulaştığımızda annenin naşı babanın kemikleri üzerine
yerleştirilmiş, hoca dualar okumaktaydı.
15-20 kişilik bir topluluk dışında hiç kimsesiz. Tepenin
eteklerinde, çanağı içindeki şehri kasıp kavurduğu beton rengi ağır pus
perdesinden belli deli lodos burada hafifleyerek esiyor, koca yeşil ağaçları
tatlılıkla hışırdatıyordu. Durduğum kıyıda içime çekilip anne ile bir anlığına ilk
ve son kez selamlaşabildim.
Ardından sesler geri geldi. Hocanın sessizleri gırtlaktan
çıkara çıkara Arapça esintisi vermeye çalıştığı –ama amaçlanan derinlik
izleniminden kontrplak bir tiyatro dekoru kadar uzak kalan- noktasız virgülsüz duaları, arkamdakilerin ateşli bir fısıltıyla dalıp gittiği gündelik
dedikodu. Mezara sırayla toprak küreleyen yakınların tek parça ağırbaşlılığı.
Ne uzun bir aranın ardından bir sigara yakma ne de olayın yakınında olma
dürtüsünden geçebilip mezar kapatılırken elinde sigarası, telaşla oraya
seğirten bir arkadaşımın bir an ne yapacağımı bilemediğim (yadırgama, kınama,
kendi haline bırakma) seyri..
Sonra, elde sigara, ağızda dedikodu, dikkat dört bir yanda olsa
da, acısı olana sunabildiğimiz yakınlık, bunu kuşatan hengameden birden sıyrıldı.
Kaldırdığı toz toprağın ötesinden rüzgarı olanca saflığıyla hissedebilmek gibi
arındı. Güzelleşiverdi.
İnsanız işte. Tüm karışıklığı, karmaşıklığı, çeri çöpü,
bölünmüşlüğü ve somluğuyla.
Siz yine de beni toprağa verdiğinizde gidip bir güzel
kokoreç yiyin, isterseniz yanına koca da bir bira için.
Ama kısacık bir süreliğine bir işi bölünmeden yapın.