24 Mart 2016 Perşembe

BAŞLIKSIZ

Yola vakitli çıktık ama son ayaktaki trafiği hesaba katmamışız.

Cami tepesine vurduğumuzda içine düştük. Telaşlı, sıkışık, karmakarışık bir trafik, bulduğu ufacık aralığa sıra sıra park edenlerle iyice ağırlaşarak durmadan artıyordu. Bir aralığa da ben daldım. Arabadan kurtulup koşar adım avluya, kımıldayacak yeri kalmamış kalabalığa yetiştik. Annesini kaybeden arkadaşımızı, yakınlarını kıyısında bulduk. Diğerleri tabutunun başındaymış. İnsanları yararak cenazelerin dizi dizi sedyede uzandığı en öne gittik.

Burası ölüsü dirisiyle tam anlamıyla mahşeri bir kalabalıktı.

Tanıdıklarla selamlaşma, ayaküstü sohbet faslı bittikten sonra arkadaşımın hiç görmediğim annesiyle kısa, derin, sessiz bir bağ kurmak istedim. Benim için cenaze törenlerinin anlamı budur. Ölen ve kalanlarıyla yoğun bir bağ kurmak. Sessizlik ister haliyle, kaçmadan, örtmeden, saklanmadan orada olmak, kalmak. Karşısında boynumun kıldan ince olduğu gizemin büyüklüğü, acısının vuruculuğu, sersemleticiliğine teslim olmak ama sevginin, ilginin onarıcılığına da yol açmak..

Dikkatim dağıldı, ardından filmin seyrine odaklandı.

Tabutları saydım. 27 taneydiler. Düzene imkan vermeyen bir telaşla sıralandıkları belliydi. Sonu gelmeyen yıldırıcı bir seri işlem muamelesi gördükleri. Parmaklıkların dışında, yamaçta öylesine bırakılmış arabalar gibi. En uçta ikisi bayrak örtülüydü. Başlarında birkaç subay, inzibat eri. Durduğum yere yakın olanlarda kiminin üzerine yemeni serilmiş, birkaçında kırmızı karanfiller, bir kısmı hiçbir şeysiz. Düz ahşap ya da biraz özenilmiş çeşitleri –koyu kahverengi boyalı, cilalı. Ayrıntıları.. Vidaları gevşemiş tutamaklar. Başlarındaki Büyükşehir Belediyesi logoları, eski ve modern. Styks ırmağına durmadan yolcu taşıyan Kharon’un kayıkları.

Öğle namazı bitmiş, imam cenaze namazı için dışarı çıktı. Sim işli beyaz kaftanı, cebinde telsiz mikrofon, tabutların ortasında durdu, etraflarını almış kalabalığa cenazeleri önde kendi aralarında bırakarak geri çekilmelerini söyledi. Şoför tarafından uyarılan belediye otobüsü yolcuları gibi ilk anda görünmeyen boşlukları doldurarak çekildik, sıkıştık.

İmam mekanik bir sesle namazın nasıl kılınacağını açıkladı. Akışı bilmeyen azdır ama görevinin parçasıydı. Aklımdan, uçuştan önce kimsenin dinlemediği ama dinlemeye dinlemeye ezberlediği güvenlik bilgilerini vermek zorunda olan kabin görevlileri gibi diye geçti.

Her gün bir iki kere tekrarlanan, ruhani olması beklenen bir işe ruh katılabilir mi? Bir kullanım kılavuzu okumasından daha canlı, yüreğe dokunucu olması sağlanabilir mi? Dokunduğu yeri yakan ateş, onun biraz ötesinde herhangi bir rutin olmaktan çıkarılabilir mi? Din adamlarının sonsuz tekrar olan işlerinin ne zor olduğunu ilk kez düşündüm.

Hocanın gelişiyle uğultu dinmişti. Sessizlik, Nokia’nın connecting people melodisi ve ısrarla çalan bir cep telefonuyla bölündükten sonra dua boyunca devam etti.

İmam tabutların yanından geçerek isimleri beşer altışarlı gruplar halinde okudu. Er kişiler bittikten sonra hatun kişilere geçti. Aynı seri işlemlerin tekrarıyla tören bitti.

Kalabalık patlamak üzere tek bir gövde olarak dışarı hücum etti. Biz de. Bıraktığımızda kolayca buluruz sandığımız arabayı bulmanın oluru yoktu. Bütün bildiğim, caminin duvarına paralel bıraktığımdı ama hangi duvarının neresine? Etrafta dört döndükçe nirengiler daha da karışıyor, enine boyuna park etmiş otomobil sarmallarıyla kabusa dönüşüyordu. Sonunda nasılsa onu bulup tek araç gidelim diye başında bizi bekleyen bir arkadaşımızın telefondaki tarifiyle yanına varabildiğimizde çıkışını engellediğim iki arabadakilerin öfke seliyle karşılaştım. Aldırmadım. Acı insanı öfkeli yapar.

Caminin çevresindeki meydandan akışı zorunlu bir düzene sokan dar yola girdik. Biz mezarlığın eski kısmına gittiğimiz için bir süre sonra büyük kalabalığın ters tarafına saptık. Burada hemen hiç araç kalmamıştı gerçi ama şimdi de mantığını kavrayamadığımız bir parsellemede yön bulmaya çalışıyorduk. Deyişi tersine çevirerek içimden geçirdim: Aşağısı nasılsa yukarısı da öyledir. T adası bir süreliğine U adasıyla kesintiye uğradıktan sonra beklenmedik bir yerde yeniden karşımıza çıktı. Gerisi başı kalabalık olan mezar bakmaktı. Gördük.

Ulaştığımızda annenin naşı babanın kemikleri üzerine yerleştirilmiş, hoca dualar okumaktaydı.

15-20 kişilik bir topluluk dışında hiç kimsesiz. Tepenin eteklerinde, çanağı içindeki şehri kasıp kavurduğu beton rengi ağır pus perdesinden belli deli lodos burada hafifleyerek esiyor, koca yeşil ağaçları tatlılıkla hışırdatıyordu. Durduğum kıyıda içime çekilip anne ile bir anlığına ilk ve son kez selamlaşabildim.

Ardından sesler geri geldi. Hocanın sessizleri gırtlaktan çıkara çıkara Arapça esintisi vermeye çalıştığı –ama amaçlanan derinlik izleniminden kontrplak bir tiyatro dekoru kadar uzak kalan- noktasız virgülsüz duaları, arkamdakilerin ateşli bir fısıltıyla dalıp gittiği gündelik dedikodu. Mezara sırayla toprak küreleyen yakınların tek parça ağırbaşlılığı. Ne uzun bir aranın ardından bir sigara yakma ne de olayın yakınında olma dürtüsünden geçebilip mezar kapatılırken elinde sigarası, telaşla oraya seğirten bir arkadaşımın bir an ne yapacağımı bilemediğim (yadırgama, kınama, kendi haline bırakma) seyri..

Sonra, elde sigara, ağızda dedikodu, dikkat dört bir yanda olsa da, acısı olana sunabildiğimiz yakınlık, bunu kuşatan hengameden birden sıyrıldı. Kaldırdığı toz toprağın ötesinden rüzgarı olanca saflığıyla hissedebilmek gibi arındı. Güzelleşiverdi.

İnsanız işte. Tüm karışıklığı, karmaşıklığı, çeri çöpü, bölünmüşlüğü ve somluğuyla.

Siz yine de beni toprağa verdiğinizde gidip bir güzel kokoreç yiyin, isterseniz yanına koca da bir bira için.


Ama kısacık bir süreliğine bir işi bölünmeden yapın.

20 Mart 2016 Pazar

İYİ Kİ DOĞDUN

Tepemizde helikopterlerin dört döndüğü, terör beklentisiyle sokakların bomboş olduğu soğuk bir bahar sabahı. 20 Mart, annemin doğum günü. Kuzinimle 21 yıldır onu öldüğü günde anmak yerine duya duya doğumunu kutluyoruz. Anmadığımız pek az ama 20 Mart’ı onun hoşlanacağı gibi yaşamaya bakıyoruz.

Bu sefer kuzinimin evinde, leitmotifi annemin ben geldim ıslığı olan Beethoven keman konçertolu, konyaklı bir kahve ayiniyle.



Günlerin geriliminden yorgunuz ama ölgün değiliz. Hayatlarımızda önemli bir yer tutmuş bir insanın sevgisine yer açmak içimizi de açıp yumuşatmış. “Yaşasa şimdi ölürdü” dedim. Pırpır yürekliydi annem, endişeli. Yok, çoktan ölmüştü, dedi kuzinim. Güldük.

İyi ki olmuşlar dedi sonra, annemle dayılarımı, sundukları ortamı, hamurlarımızın yoğruluşundaki etkilerini kast ederek.

Yorgunluk ve sevginin verdiği bir sükunetle söyleştik, gülümsedik, güldük.

“Kusurları, tuhaflıklarında bile bir hoşluk vardı.”

Evet.

Bize bakmayı, görmeyi, duymayı öğrettiler. Heyecanı. Tat almayı, aldığın tadı paylaşmayı.

Kalburun altında kalanlarla işimiz çoktan bitmiş, üstündekilere şükranla şu tuhaf dünyadan geçişlerine kadeh kaldırdık.



Gözüm gidip gidip tonunu ancak onların tutturacağı bir eflatundan geçkince lalelerle dolu vazoda duruyordu.

Bu halleri de hoşuma gidiyor dedi kuzinim.

Katılıyorum. Taptazeyken anlattıklarından bambaşka bir hikayeleri vardı şimdi.

Ölümle yaşamın iç içe geçen hissi, fikri, imgeleri lalelerden etrafa yayılıyor, helikopter seslerine, Beethoven’in kemanına, kahvenin demine karışarak dalgalanıyordu.



Ufak kamerayı bırakıp başımı geri yasladım.

Derin bir nefes alıp saldım.

İyi ki doğmuşun anne.


Değmiş.


14 Mart 2016 Pazartesi

BİR PATLAMANIN DAHA ERTESİ

Arkadaşlarımın bugün, yarın önceden kararlaştırdığımız buluşmalara gelecek halleri yoktu. Çok iyi anlıyorum. Ama başka bir teldeyim ben. Dışarı çıkmak istedim. Kendimi dışarı atmak değil, hayır. Çıkmak. Yapacaklarımı sakin sakin yapmak.

Öğleye doğru. Taksim otobüsü neredeyse bomboş. Trafik açık.

Meydan. Gri göğün altında sevimsiz bir şantiye.

Yağmur yağıyor ama şemsiye açılacak hava değil. Sert bir poyraz ani sadmelerle ortalığı kasıp kavuruyor. Buyurun, alın, ektiklerinizin mahsulü! der gibi.

Soğuk.

İstiklal’e çıktım. Tekinsiz bir tenhalık. Galip Dede’ye indim. Yamaha dükkanında alto flüt baktım. Satıcı ile sohbete koyulduk. Klarnet çalıp öğretiyormuş. Askıdan si bemol bir klarnet indirip elime verdi. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi aldım. Huşu içinde bir ürkeklikle. Avuçlarıma oturuşunu tarttım. Bedenini akıcı bir el yazısı gibi saran kavisli valflara bastım. Ses aralığının dört buçuk oktavla saksafonunkinden geniş olduğunu öğrendim. Nerelerden nerelere uzanılır öyle bir yelpazede. “Bence sizin öğrenme vaktiniz gelmiş” dedi satıcı gülerek. Isınan içimi çekerek çıktım.

Lale Plağa girdim. Hakan’a bana müzik gerek dedim. Zeynep Gedizlioğlu’ndan ne varsa. Başka Türk çağdaş müzik bestecileri.. Bir de Debussy Images ile blok flüt için yazılmış şeyler. Onun önerdiklerinden de Vijay Iyer’den Blood Sutra’yı aldım.

Asmalımescit’te bir kediyle yan yana oturup kahve söyledim.

Öğrendiğin, edindiğin, denediğin ne varsa işe koşma zamanı. Kendini umutsuzluğa, çalkantıya kaptırmadan ama taşlaşmadan da devam etmek için.

İlk gideceğin yer de kafan değil, bedenin. Onu rahatlatmak. Sakinleştirmek. Paniklerse düşüncelerini de duygularını da işe yaramadığı gibi dönüp seni perişan eden bir girdaba çevirir.

Bir süredir uyguladığım diyafram nefesi birinci sınıf bir müsekkin.

Sıkıntı ve tehlike hissi nefesi sığlaştırıyor ve bir kısırdöngü başlatıyor. Sığ nefes sıkışık düşüncelere, kaygıya zemin hazırlıyor, nefes bunlarla daha da sığlaşıp sıklaşıyor.

Beynin bekçi köpeği amigdala. Gelen her uyaranı bir tehdit taramasından geçiriyor. Bu tarama sırasında anladığım kadarıyla fizyolojik durumuna bakıyor. Telaşlıysan  yangın alarmı devreye giriyor ve (nedenin büyüklüğü küçüklüğü, isabetli isabetsiz oluşu hiç önemli değil; ha otobüsü kaçırmaktan, ha bir sonraki bombalı saldırının kurbanı olmaktan kork) tekmil biyokimyasal, fizyolojik repertuar şıpın işi sahneye konuyor.

Derin, uzun diyafram nefesi, zincirini gererek hamle eden köpeğe, tamam, her şey yolunda, sen yatmana bak demenin yolu.

Nefesle birlikte zaman algısı da genişliyor.

Açtığım bu alanda hikayemi seçebilirim artık. Her bombayla birlikte aynı silsileyi izleyerek altüst olup infiale kapılacak, depresyona gömülecek, etkisi azalmaya yüz tuttuğunda bir sonrakine kadar şöyle ya da böyle rahatlayarak hayatıma mı döneceğim, yoksa bu oyundan, kuklası olmaktan çıkacak mıyım?

Kahvem geldi. Ağır ağır içtim.

Arkama yaslanıp derin bir nefesle üzerimize çöken deşici acının, çılgınlığın dinmesini diledim.

Tüylerini kabartarak kıvrılmış kediyi son kez okşayıp yağmura çıktım.

Oğlum, dedi, yanından geçtiğim iki adamdan biri ötekine, bu işin sonu yok, ha şuracıkta ayağın takılıp merdivenlerden yuvarlanarak da ölüp gidebilirsin.

Merdivenlerden Şişhane metrosuna indim. Tenha vagonda yüzlere baktım. Gülümseyen bir iki okullu. Başkaca suratlar kapalı. İfadesiz. Ağır. Hayret, telefonlar bile her zamanki gibi mıncıklanmıyordu. Aksakallı bir ihtiyar oturduğu yerden, başında dikilirken dirseği kafasına çarpan genci payladı. Genç parladı. Tartışmaları sessizlikte yükseldi. Kendini toparlayan ihtiyar oldu. Yatıştırdı. Sustular. Onlara çevrilen robotsu kafalar da önlerine döndü.

Levent çarşıdan acılı tavuk butları alıp eve döndüm.


Bach’ın flüt konçertolarını koydum.

11 Mart 2016 Cuma

SADECE IŞIK VE RENK

Sakıp Sabancı Müzesinde Zero’nun ardından hareketin kurucularından Heinz Mack’ın sergisi açılmış: Sadece Işık ve Renk.

Zero’yu çok sevmiştim. Mack ile içim onların hayata bakışı, dokunuşu ile yumuşamaya, açılıp genişlemeye kaldığı yerden devam etti.

Bill Evans caz için “Analiz etmeye kalkıyorlar, oysa müzik duygu işi” demiş. Mack ile de bir kez daha öyle oldu. Kafayı, kıyaslamaları, sevdiğin şeylere yaklaştırmaya çalışmayı, benzetmeleri filan bırak bir yana, dolaysızca içine çek.

Turuncularla şenlen, türkuazda sana şu an tam da gerekeni bul, o tuhaf kadifemsi kobalt mavilerin içine düş, heykellerin türlü türlü taşına, Sahra kumundan rölyeflere, tablo zeminlerine gözlerinle dokun, ısıt, ısın, hareketli ışık enstalasyonlarının dönerek evrilen gölgeleri arasında kaybol, çöle dikilmiş yansıtıcı yüzeylerin hayaliyle kendinden geç.

Hafifle, yüksel.

Devam etme azmin körüklenmiş, sadece ışık ve renkle dolup doymuş, dışarı, güzelim havaya çık.



Çeri çöpü, şiddeti, çılgınlığı.. evet, hayat bunlar da ve güzel, de.

8 Mart 2016 Salı

MÜZİKLİ BİNA

Flüt egzersizlerini yaparken bir yerlerden bir keman başladı. Barok bir parçaya çalışıyordu. Derken yukarıdan Deniz’in billur gibi yan flütü gamdan gama inip çıkmaya koyuldu.

Birden çok mutlu oldum. Ağırlığı içime çöken bir yavanlaşma ortamı fikrinin betonunu çatlakları arasından yükselerek kıran tazecik bitkiler gibi geldi sesler.


Başucumda da Filiz Ali’nin Müzisyen Portreleri, içimi ısıtan bir bileşim oldu.

7 Mart 2016 Pazartesi

İSTANBUL AYARI

Pazar öğleye doğru Boğaz kıyısı.

Bahar kokan mavi bir gün. Sıcak. Gözüm uzanıp yayılmış iri bir kediyi okşar gibi bir uçtan öbürüne yumuşak, kesintisiz yaylar çizerek dolanıyor. Kaldırımlar şimdiden kalabalık. Balık tutanlar arasında kıvrak zikzaklarla yürüyen koşan bisikletini sürenler. Köpekler, bebekler. Satıcılar. Rengarenk. Modası alıp yürümüş fosforlu spor ayakkabıları. Bir helikopter pata patası. Karşı tepelerde yeni inşaatlar. Su. Kiri bu sabah bu yakaya yığılmış. Teşhis edilemeyecek kadar parçacıklarına ayrılmış bir zibil yatağında cam şişeler, alüminyumları ışıldayan bisküvi, ıvır zıvır ambalajları, çürük meyve, cinselliğin, tek parça soyulup atılmış semender derisi gibi suyun ağır hareketleriyle dalgalanan hayaleti prezervatifler. Su daha ilerilerde koyu mavi. Üzerine renkli balonlardan nişangahlarını sermiş müşteri bekleyen tüfek attırıcılar. Martılar. Uğultuyu yırtıp geçen motosikletler. Vapur düdüğü. Tomurcuklanan, açmaya başlayan ağaçlar. Nefis bir kış manolyası, bej içli pembe. Uçaklar. Teknelerin şok emicilerinin inilti, gıcırtıları. Çoğu paslı helezonlarından birbirlerine karışarak yükselen müzikleri. Sıklaşıp ağırlaşan trafik….

Özlemiş misin diye sordu bir yakınım.

Yokladım, hayır. Ama kavuştuğuma çok sevindim.

Epey bir zamandır, neredeysem oradayım. Başka bir yer olmamış, olmayacak gibi.

Birinden diğerine, Ankara’dan İstanbul’a geçiş tuhaftı. Otobüs yolculuğu boyunca annenin yarı uyuşturulduğu bir doğumdan, doğum kanalından geçer gibi geldim. İpi salınmış bir uçan balon gibi hafifleyip uzaklaşan bir kafayla. Sersemlemiş.

O kadar farklı ki bu iki yerin duygusu, olma biçimi, geçişin böyle yavaş, çekimsiz olması belki de en doğalı.

İçe dönüklükten dışa açılmaya, tek renkten cümbüşe, odaklanmaktan yayılıp dağılmaya.


Geçiş tamamlandıktan sonraysa şimdi artık sadece İstanbul var.

5 Mart 2016 Cumartesi

BAMBAŞKA BİR RESİM

Elimdeki çeviriden (Clearing Emotional Clutter, Donald Altman)

“Toplumda zulüm ve gaddarlığın yeniden patlak verip hüküm sürmesine tanık olmak moral bozucu, ümit kırıcıdır. Bunu çoğunlukla kötü diktatörlere, demokrasinin yokluğuna, orman kanunlarına ya da sosyo ekonomik nedenlere bağlarız. İnsanın doğası gereği şiddete eğilimli olduğunu, bunun genlerimizde yer aldığını öne sürenler de var. Yeni epigenetik bilimiyse kökten farklı bir resim sunmakta. Gen ifadesindeki değişimleri inceleyen bu bilim dalı, davranış ve çevrenin genlerimizi değişime uğratabildiğini ileri sürüyor. Bu, şiddet gibi dürtülerin mutlaka insan doğasıyla bütünleşik olmadığı, değiştirilebilir yatkınlıklar olabileceği anlamına geliyor.

"Epigenetik sözcüğü gen 'üstü' ya da 'ötesi' olarak çevrilebilir. Temelde genomumuz, DNA, bilgisayar donanımına benzer. Epigenom ise genlere ne yapacakları –sözgelimi devreye girip çıkmak- talimatını veren yazılım benzeri işler. Araştırmalar, yediklerimiz, soluma biçimimiz, strese nasıl karşılık verdiğimiz, çevreyle nasıl bir etkileşim içinde olduğumuz gibi gündelik yaşantılarımızın genlerimize kendilerini nasıl ortaya koyacaklarının talimatını verdiğini gösteriyor. Bazı durumlarda bu yeni talimatlar –herhangi bir gen mutasyonu olmaksızın- sonraki kuşaklara aktarılıyor. Einstein’ın bilgece öğüdünü gerçekleştirmenin anahtarı epigenetikte yatıyor olabilir: ‘Barış zorla sürdürülemez; sadece anlayışla tesis edilebilir.’”

*

Bu yalnızca olumsuz değil, olumlu yanlarımız için de geçerliyse, nakışlarıyla hazır gelen bir insan doğasından değil, ancak yatkınlıklardan söz edebileceğimizi düşündürüyor.

Gerçekten de noktaları birleştirme biçimimiz ve onun sonucu elde ettiğimiz resmi değiştiren, iyice akışkan hale getiren bir şey.

Anlayışta daha da nice değişime gebe..

2 Mart 2016 Çarşamba

SABIRSIZLIK

Joseph Campbell Mitolojinin Gücü’nde “Gördüğünüz gibi, bilinç iplerin elinde olduğunu sanıyor. Oysa insanın tümlüğünde ikincil bir işleyişten ibaret ve kontrolü ele geçirmeye kalkışmamalı. Bedenin insanlığına tabi olup hizmet etmeli. Yönetimi ele aldığında karşınızda Yıldız Savaşlarındaki Darth Vader gibi birini bulursunuz” demiş*.

Halbuki yerleşik sıralamayı sorgulamadan benimsemeye, aklı baş köşeye oturtup bedene onun hizmetkarı muamelesi yapmaya ne kadar alışığız. Kurgularda yaşayıp gitmeye, bunun fiziksel yansımalarından kopuk olmaya.

Ne ki beden? Açlıklarını doyurmaya bakarken haz da veren, evet ama buna ne kadar değdiğini dönüp dönüp sorguladığımız, zorbalık ya da cazibenin silahı olarak kullandığımız, ilgimizi allayıp pullamak, olmadı şöyle ya da böyle şımartmakla sınırladığımız, sürekli başkalarınınkiyle kıyaslayıp sonucundan hiç hoşnut olmadığımız, süsleme faslı geride kaldığında dikkatimizi bu kez sağlık sorunlarıyla çekmeye başlarken yine mutsuzluk kaynağı gördüğümüz ikincil bir şey.

Hayat, hakikat kafalarımızda, değil mi?

Öyle mi? Yoksa gerçek bildiğimiz aslında tavşanın suyunun suyu mu?

Yaşama bedenimizle değiyor da pek çok düşüncemizi hiç farkında olmadan bedensel hislere, doğrudan algıya dayandırıyor olabilir miyiz? Beden ve cevapları, uydurup uydurup birbirine eklediğimiz, uzayıp giderken ayağımıza dolanan, nefesimizi kesen hikayelerimizi dizdiğimiz ip, süreklilik olabilir mi?

Peki. Bir de tersini deneyelim, bakalım neler oluyor.

Bedeni araç bilmeyi bırakalım, başlı başına bir olgu, algı olarak kulak verelim.
Bir örnek: Sabırsızlık.

Diyelim tıkalı bir trafikteyim ya da birinin seksen sekizinci kere anlattığı hikayeyi dinliyorum.

Sıkışıyor, daralıyorum. Hal sürdükçe öfkeleniyorum, kan beynime sıçrıyor ama ya kımıldayamıyor ya da patlıyorum.

Bütün bu sürede dikkatim, tepki verdiğimde.

Bedene kulak vermek, odağı tepki konusundan tepkinin kendisine çevirmek demek.

Beni çileden çıkaranın maruz kaldığım olay değil, buna tepkim olduğunu görmek.

İşte o vakit bütün hikaye değişiyor. Koşulun çaresiz kurbanı olmaktan çıkıyorum. Hop oturup hop kalkmanın yerini uyanan bir ilgiyle bu şeyi, tepkiyi onun ipinde oynamadan izlemek alıyor. Normalde bir dürtü üzerine kat kat eklediğim kurgu (bu memleketin hali, insanların dayanılmaz sıkıcılığı, kaçma dürtüsü, kaçamayacak olmanın çaresizliği, bütün bunların çağrıştırdıkları, yeni örgüler, ilave çaresizlik) dağılıp gidiyor.

Yalın bir olguyla başbaşayım şimdi: Bedenim hop dedi. Der ya, bunu aklımdan bilip uzattıkça uzatmak yerine sakin olup beklersem kalktığı gibi oturur.

Doğrulamalar, haklılık, daha nice akıl yürütmeyi bir yana bırakıp bunları ateşleyen tepkiye baktığımda Campbell’in işaret ettiği hiyerarşiyi anlıyorum.

-------

* Ben bilinç yerine zihin demeyi tercih ederdim. Kendi haline bırakılmış sıradan aklın çayıra salınmış, rastgele, kaprisli, koşullanmış, kısıtlı hali. Sözün aslı şöyle: “You see, consciousness thinks it’s running the shop. But it’s a secondary organ of a total human being, and it must not put itself in control. It must submit and serve the humanity of the body. When it does put itself in control, you get a man like Darth Vader in Star Wars.”