Oradakilere bakarsak erken ayrıldık Güney’den. Pastırma
yazı olanca görkemiyle sürüyordu, hava şerbet gibi. Ama tadında bırakalım
dedik, dün şehre döndük.
Silifke’den Mut yoluna vurdum, Göksu bir sağımda, bir
solumda, Toroslara içim eriyerek tırmanmaya başladım. Çam kaplı derin
kanyonlar, sabah ışığında sarı-turuncu, bütün yalçınlığıyla göze yumuşak gelen
kayalık doruklar. Yol kenarında file file portakal, mandalina, limon, nar. Dupduru,
çelik mavisi akacağı tutmuş Göksu.
İçlerde fildişi (silme kireçli) topraklar üzerinde kayısı bahçeleri belirdi. Kızıllı sarılı. “Paslı
ağaçlar!”
Gözümü alamıyordum.
Uçurumların kıyısında birkaç iğreti evle mezralar, boşluğa
uzanan ahşap taraçalarda yolcular için açılmış “kahvaltı salonları.”
Dağlarda göz göz mağaralar.
Derken platonun ekini kaldırılmış tarlaları –iki numaraya
vurulan sarışın bir oğlan başı gibi. Üzerlerine yayılan aynı renk koyunlar,
daha ilerilerde resme renk, kontrast getiren kara, kahverengi, alacalı
keçiler..
İçim basacak deklanşör arıyordu. Durmak, çekmek. Dürtünün
şiddetini yatışmaya bıraktım. Dünyanın gitmediği köşesi kalmamış yönetmen Haneke’yi
hatırladım. Tek kare fotograf çekmezmiş. “Sahip olma dürtüsü” diyordu. “Sanki
böylece ana ve sahneye sahip olabilirmişsiniz gibi.”
Sahip olma, hakim olma.. Saik her ne ise, saplantıya dönüştüğünde
fotograf çekmek yaklaştırıcı olmaktan çıkıp uzaklaştırıyor, bir tür kaçış
haline gelebiliyor. Bir süre sonra da nedeni, tat verip vermediği düşünülmeden
tekrarlanan bir bağımlılığa. Elinden sigarayı düşürememek gibi bir şeye. En
azından bende böyle bir seyir izlemeye başladığını fark ediyordum. (Kamerayı
almadan çıktığım yürüyüşler hoş bir özgürleşme hissi verir oldu.
Fotograf çekiyorum, o halde varım / Gösteriyorum, o halde varım kısa devresinden
kendimi azat ediş.)
Şimdi alışkanlığın gücüyle kameraya gidebilecek elimde
direksiyon, zaten durulacak yer olmayan kıvrım büklüm yolda saldım, film
seyreder gibi sürdüm. Bir süre sonra da görüntüyle birlikte akmaya başladım.
Öğleden sonra güneş yan pencereden girdiğinde bozkıra
çıkmıştık. Gençliğimde keşfedip İstanbul’da yaşarken burun kıvırdığım
güzelliğini hatırladım (cazgır deniz karaya ağır basıyor). Görünürdeki hiçliğin
üzerinde gümbür gümbür gerilen engin göğün etkisini, hiçliğin de sadece
görünürde kaldığını. İçe dönük derya gibi bir kimseyi adım adım tanır gibi
yaklaştığında sunduklarının derinliğini..
Güzel bir yolculuktu.
Bir süre kamerayı rahat bırakabilirim. Hem Ankara’yı da
daha rahat yaşamamı sağlar. Yakasına yapışıp bana bir karecik ver sefil şehir! demeden.