“Çocuk çiçeğe büyülenmiş gibi bakar. Baktığı yepyenidir.
Heyecan verici. Bakışı da öyle. Bakan ile bakılan bir olur. Sonra annesi yanına
gelir, hazır ilgisi üzerindeyken ona bir kelime daha öğretmek üzere çiçeği gösterip
gül, der. Tekrarlatır. ‘Bu neymiş?
Gül.’ İşte o an her şeyi bitirir.”
Remin Bey’in anlatmak istediğini idrak etmem uzun zaman
aldı. Güle gül demenin nesi yanlıştı ki?
*
Şöyle bir dur. Sahiden dur. Bırak düşünceler ve dil dibe
çöksün. Bedenine kulak ver. Ayak bileğinin hemen üzerindeki hisse mesela. Arka
planda belli belirsiz, hafifçe nahoş bir
algı iken dikkatini verdiğinde nasıl nüanslandığına bak. Dikkatini verdiğin her
şey gibi sürekli değiştiğine. Böyle sıradan bir şeyin adı bile yoktur.
İçini ve dışını düşüncenin ötesinde doğrudan
algıladığında algının kabını böyle adı sanı olmayan sayısız hissin oluşturduğunu
görüyorsun. Hiçbir zaman tekrarlayamayacak kımıl kımıl bileşimler.
Sonra biri yanına gelip elbette iyi niyetle, sözgelimi “Üzgün
müsün?” diye soruyor: “Ah, bilirim, bu üzüntüyü çok iyi bilirim.” Niyeti
seninle iletişim kurmakken senin kendi iletişimini de koparıyor.
Varsa üzüntünün, tek bir ibrişimini şöyle böyle
tanımlayacağı bütün bir alacalı yumağı.
Adını koymak bu. İnsanı sofrada sürahiyi isterken
ansiklopedi dolusu laf etmekten kurtarıyor. (Bu olmadı tabii. Sonuçta ad
koymanın da parçası olduğu düşünce olmasa sürahi de olmazdı, edecek ansiklopedi
dolusu laf da.) Ama yaşananın da onu yaşayışımın da biricikliğinin çanına ot
tıkıyor.
Algıyı doğrudan izlediğim vakit, güle gül deyip geçmesem,
kalsam, onu biricikliğine bıraksam, kokusunu çok daha etraflı alabildiğimi
anlıyorum.
Rahmetli Remin Bey’in ne demek istediğini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder