İlgimi oldum olası tekil olaylardan çok arkalarındaki
işleyiş çekiyor.
Hareketin içinde dağılıp kaybolmaya karşı da iyi bu.
Peki bir adım ötesi ne? Bir anlatıcı olmadan hikaye de
olmayacağına göre dikkati bu kesintisiz yorumcuya, zihnin kendisine çevirmek
değil mi?
İşaret ettiklerini bırakıp parmağa yönelmek?
Gerçek, ucu açık bir anlama arzusu, araştırıcılıkla.
Neymiş bu kendim dediğim? Nelere inanır, neleri bildiğini
sanır, bunlarla nasıl süzgeçler örer de hayatı oradan süzer, sever, iter, göğün
yedi katıyla cehennemin dipleri arasında gider gelir, arada onulmaz bir
yavanlığa sıkışır kalırmış?
Elimin tersiyle ilkten bir yana ittiğim “Ben kendimi
biliyorum zaten!” kanaati. Böylece bildiği sanılan, insanın kabaca neye nasıl
tepki göstereceği. Hangi düğmelerin neleri harekete geçirdiği. Ama kendim
denilenin bilgisi, çamaşır makinesinin ya da cep telefonunun nasıl çalıştığından
daha fazlası olmalı.
İki elim yakasında, sarsarak bilgi alamam ondan. Soğuk
analizlerin de uzağa götürmediğini çoktan öğrendim. Yargılamanın, ayıplamanın,
utanç duymanın. Tepeden bakmak kadar altında ezilmenin.
Yok, başka bir ilişkilenme istiyor. Bir dosta
sunulabilecek en değerli şey olarak gördüğümü; bölünmemiş bir dikkat. Daha lafı
bitmeden sıra gelse de ben de kendimden söz etsem sabırsızlığından, kapının
arkasında bekleyen hazır fikirlerden özgür engin bir açıklık, sadece onun
anlatacaklarıyla dolacak bir sessizlik.
Sunduğum böyle bir dostlukla kendimi yanıma (karşıma
değil) alacak olsam ve izlesem, neler öğrenirim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder