22 Şubat 2015 Pazar

YAŞTA DEĞİL BAŞTA, YOK ORADA DA DEĞİL

Giderek daha sık hatırladığım bir sahne:

Annem, liseden yakın bir arkadaşıyla Tunalı’da. Kol kola girmiş, kıkırdayarak yürüyorlar. Eğlencelerine dalmış, beni unutmuş gitmişler. Biraz arkalarından onları hafifçe dudak bükerek izliyorum. Gördüğüm ve hissettiğim arasında bir tutmazlıkla. 70 yaşındalar, bense 30’larımda.

Duruma göre yaşlandığım paniğine kapılsam da bunun onların yaşında ne olduğunu bilemeyecek, gençliğimi de arkama alıp yaşına göre davranmayanı (neyse bu)  içten içe kınayacak yaşta.

Dün iki okul arkadaşımla Ankara kazan biz kepçe dolaştık. Samanpazarı’nın yokuşlarını inip çıktık. Hacı Bayram’ı ziyaret ettik. Cer Modern’de Nuri Bilge Ceylan’ın fotograf sergisini gezdik. Boynumda ağır kamera, sırtımda çanta, beş saatin sonlarında iyiden iyiye yorulduğumu hissettim.

Ama yeniden bir araya gelmenin, ortak çocukluğumuzun kentini arşınlamanın keyfi kanatlandırıcıydı, biz de o zamanlar ve her zaman nasılsak öyle. Tat almaya, gülmeye, muzipliğe teşne.

Bakışım ikiye yarıldı. Bir yanıyla bedenlerimizi dışarıdan gördü. Sıkıntıların başladığı, dayanıklılığın düştüğü, çevikliğin azaldığı, yaşın hükmünü sürdüğü bedenler.

Bir yanı da içerden dışarı bakıyordu. Dikkatimi buna çevirdim ve kendimi bildim bileli hiç değişmemiş bir duyuş olduğunu fark ettim.

Özsu gibi saydam, renksiz, duru. Zaman dışı. Yaşsız.

Olmak böyle bir şey.


30’larımdaki beni 70’indeki anneme yaklaştıran yaş iken, onun halini bilir olmam da  yaşsızlık ile.

18 Şubat 2015 Çarşamba

BABAMIN DOĞUM GÜNÜ NOTU

Hayat garip bir yoldur
Çeker bizi,
Çeken nedir,
Çekilen kimdir?
Yolun sonunda anlarız ki
Çeken de çekilen de biziz.


17.2.1922 – 17.2.2015

HÜLASA

Kardeşim, Avustralya radyosundaki kısaca Aida konulu yarışmaya son dakikada şunu göndermiş:


An Ethiopian princess, now in Egypt a slave
Is in love with her master
Danger! He betrays his country for his lover
All ends well when they reunite in their grave*

Etkisi dalga dalga oldu.

Önce gülümsedim.

Derken içime yayılan bir genişleme duydum, ferahlık. Geleneksel bir Japon evine girmişim gibi, yalınlıktan gelen bir enginlik.

Sonra düşündüm. Dal-budaktan gövdeye, oradan öze inmek zihni ne kadar hafifletiyor, akıcılaştırıyor.

Meydanı aslolana bırakıyor.
___

(*Başka bir makamda şöyle çevirdim:

Etiyopyalı prenses olmuş Mısır’da köle
Vurulmuş efendisine olmuş mu divane
Çalar çanlar, aman tehlike!
Efendi aşığıyla ihanette ülkeye
Onlar ermiş muradına kabirlerinde
Biz nasıl çıkalım kerevetine)





17 Şubat 2015 Salı

OLGUDAN ALGIYA

Cüneyt Özdemir, taziye çadırında Özgecan’ın başta babası, ailesiyle konuşuyor.

Baba, olanca acı, karmaşa içinde onu savrulup gitmekten alıkoyan bir noktaya odaklanmış.

Dipsiz bir içtenlikle cevabı olmayan sorularını soruyor.

Sesli düşünüyor.

Kızının başına gelenin gaddarlığın ilk örneği olmadığını söylüyor.

Ama onun kadar masum birçok başkasının uğradığının olgu olarak kaldığını, Özgecan’la algıya geçtiğinde, işte insanlara o zaman dokunduğunu, silkeleyip sokaklara döktüğünü.. Belki de mucizenin bu olduğunu.

Evet. Kim bilir hangi şartlar hizalandı ve Özgecan’ın hunharca katli bir haber olmaktan çıkıp boyutlandı, parçalanıp yakılmak üzere ete kemiğe, insana büründü ve geldi, kalabalıklara dokundu.

Bir şeyleri toplumsal olarak değiştirmeye başlayacak bir hareketin belki de çırası oldu.

Öfke. Deyip geçmemek lazım. Oyunun bir tarafı ezen kuralları onun silkeleyişiyle değiştirilmeye başlıyor.

Özgecan’ın yok edilmesi böyle bir başlangıca yolu açacaksa babası aradığı hikmetin belki de bu olduğunu kabul etmeye hazır.

Ama onun gözü daha öteye çevrili, savrulup gitmekten alıkoyan, odağını felaketin ortasında bile yerinde tutan bir noktaya.

İnsanlar idam cezası geri gelsin, suçlular işkenceyle azar azar öldürülsün haykırışlarıyla adalet talep ederken, baba, kurşun gibi ağır ama aydınlık kalabilmiş yüreğiyle, elbette en ağır cezayı almalarını istiyoruz, diyor, ama çözüm bu değil. Çözüm sevgiyi ve saygıyı öğrenip öğretebilmek.


Olgudan algıya, öfkeden ötesine fersahlarca yolu zorlukla seslendirebildiği birkaç cümlesinde alıyor, aldırıyor.

14 Şubat 2015 Cumartesi

KESKİN GÖZ İLE FARE ZİRAC

Kelile ve Dimne’yi Doris Lessing’in önsözü, Ramsay Wood’un (enfes) yeniden anlatımıyla okuyorum. (Babam, Türkçe’ye en iyi çevirisini, kitabın orijinalinden ilk tercüme edildiği dil olan Farsçadan Kilisli Rıfat’ın yaptığını söylüyor. Bizde varmış ama kim bilir nereye gitmiş, dönmemiş.)

*
Avcı, bir düzlüğe çuvalından avuç avuç serptiği mısır tanelerinden uzayıp giden bir yol yapmış. Bitiminde ağını hazır etmiş. Sinip avını bekleyedursun, kuşların lideri Keskin Göz, tepeden uçarken leziz taneleri görmüş. Bakmış, etrafta kimsecik yok, tiz ötüşüyle şölen vaktini diğer kuşlara duyurmuş. Dört bir yandan bir çırpıda gelen tür tür kuş, kendilerinden geçerek yemlere yumulduğunda ağ bir ikisi dışında hepsinin üzerine inivermiş.

Kıskıvrak yakalandıkları yerde can havliyle alt alta üst üste kanat çırpmaya, hepsi kendi türünce ötüşmeye başlamış.

Onları yemin cazibesine kapılıp durumu enine boyuna tartmadan tuzağa sürükleyen Keskin Göz, yine de liderliğe hakkını veriyormuş ki serinkanlılığını geri kazanıp Durun! diye yüksek perdeden ötmüş. “Böyle tava-tencere dışında hiçbir yere varamayacağız. Dünyanın gücünü harcıyoruz ama boşa gidiyor. Enerjimizi birleştirmeli, tek yöne sevk etmeliyiz. O zaman bir kurtuluş olabilir. Şimdi derin bir nefes alın, kanatlarınızı yapabildiğinizce silkeleyin. Hazır olun. Üçe kadar sayacağım. Hep birlikte havalanıp gagalarımızın doğrultusunda ileri atılacağız.”

Kuşlar fikri makul bulmuş. Yapılacak başka şey de görünmüyormuş zaten.

Keskin Göz’ün “ve üç!” diye ötüşüyle yek kanat havalanıp ileri atılmışlar. Gövdelerini sımsıkı sarmış ağ da onlarla birlikte.

Aşağıda ağzı açık kalakalan avcı bir süre sonra toparlanıp sövüp sayarak peşlerine düşmüş.

Ağın dışında kalan bir karga onun izlediği yolu gözleyip sıkış sıkış kan ter içinde kanat çırpan arkadaşlarına bilgi aktarıyormuş. “Ormana doğru gidin. Çalılar ve arazi yolunu, ağaçlar görüşünü kesecek.”

Küçük yürekler gümbür gümbür atarken Keskin Göz de “Zor biliyorum ama dayanmak zorundayız” diye cesaret vermiş. “Ormanı geçince harabelerin orda dostum fare Zirac yaşıyor. Hele şu avcıyı bir atlatıp oraya varalım, gerisini keskin dişleriyle o halleder.”

Öyle de olmuş. Kendilerini belaya sürüklediği gibi beladan çıkarmayı da bilen Keskin Göz’ü yeniden liderleri seçmişler.

*
İyi bir hikaye pek çok şeyin mecazı olabilir.


Keskin Göz ile Fare Zirac bana bu sabah da Buda’nın “Samsara Nirvana, Nirvana da Samsara” deyişini hatırlattı.

12 Şubat 2015 Perşembe

9 Şubat 2015 Pazartesi

ALLAH RAHATLIK VERSİN!

Çevirmekte olduğum kitabın (The upside of your dark side) konusu negatif algısı. Olumsuz olan ya da öyle görülenlerden kaçınma. Kaçınmayı haklı gösteren, teşvik eden anlayış. Ve kaçınmanın bedelleri.

Kültürün doğrudan ya da dolaylı olarak aşıladığı düşünme biçiminin hiç sorgulanmadığında kendi momentumunu yaratarak bu zaten böyleymiş, böyle olmalıymış gibisinden katı bir tepkiye yol açtığını gösteriyor yazarlar.

İçinde-dışında zor, acı verici, çetrefil ne varsa bastır, oyala, yok bil, tersine git, uzak dur, tabanları yağla.

Kaygı, can sıkıntısı, öfke, keder, depresyon, kıskançlık.. Mutsuzluk. Ve bunlar karşısındaki tavrımız. Bugün, zıvanadan çıkan pozitif psikolojiye, körüklenip duran mutluluk saplantısına baktığımızda pompaladıkları tek yanlılığın bizi nereye sürüklediğini gözden kaybediyoruz diyorlar.

Oysa asıl sorun negatifin kendisi değil, onunla nasıl ilişkilendiğimiz. (Bu her şey için geçerli değil mi?) Refleks halinde bir kaçış, hiçbir şeyi çözmediği gibi ikincil sorunlara yol açar. Yüzleşmediğim, bir durup nereden gelip nereden gittiğine, neler söylediğine bakmadığım, bastırmaya, uyuşturmaya çalıştığım kaygı sözgelimi, bir de kaygı duyduğum için kendime öfkelenmeye neden olur vesaire.

Ardından, rahata kaçışımızı, kolaylık arayışımızı bize dünyanın en doğal şeyiymiş gibi gösteren toplumsal ve teknolojik gelişimlere değiniyorlar.

Konfor bağımlılığına. Parmağımızı bile kımıldatmadan yaşama imkanlarına. Orta sınıf rehavetine. (Belki bizim için fazla Amerikan şimdilik ama en azından yönelimi işaret ediyor.) Ve bunun psikolojideki uzantılarına.

Sürekli bel korsesiyle dolaşmak kasları nasıl atalete uğratırsa, abartılarak temel ihtiyaçlar sınıfına sokulan konfor ve öcü haline getirilen güvenlik saplantısının da psikolojik dayanıklılığımıza aynını yaptığını ileri sürüyorlar.

Kaçışımızda, gerçekte olduğumuzdan daha kırılgan olduğumuz varsayımı var. Oysa dayanıklılık gelişen bir şey. Ve geliştirilmeli. Kimse durduk yerde sıkıntı çekmekten hoşlanmaz ama bütünlüklü bir yaşam, negatifi de dahil eden bir esneklik ister. Onu telkinlerle, bastırmayla vb allayıp pullamaya, dayanılır kılmaya çalışmayan, kaçınmayan, neyse öylece alıp sindirime katan bir yaklaşım.

Pasif bir kabulden ötesi. Bilinçli bir ilişkilenme.

*
Bunun için temel kabullenmelerimizi şöyle bir sorgulamak gerek herhalde.

“Negatif kötüdür!”

Neden? Aslında hayatta sadece olan var. Bunu sınıflara ayıran biziz.

İnsanlar ölür.

Trafik tıkanır.

Ruhsal olarak dipleriz.

Mutluluktan ayaklarımız yerden kesilir.

Savaş çıkar.

Barış olur.

İçimizden şiddetli duygular yükselir. Bazen de tanrısal bir sevgi.

Negatifle bilinçli bir ilişkilenme bizi ne mazoşist yapar ne de pasifleştirir, duygusuzlaştırır.

Peki, bugünün yaygın yaklaşımı ne yapıyor? Beş dakikalığına bir trafik tıkanıklığı gibi (ne bekliyorduk ki?) kolay bir zorluğa bile katlanamayacak kadar gevşemiş tahammül kaslarımız?


Hayata karşılık yerine tepki verişimiz?

7 Şubat 2015 Cumartesi

MARK LOTZ İLE BİR CAZ DİNLE(ME)TİSİ

Akşam için bir araya geldiği müzisyenlerle çalacak flütçü Mark Lotz’u dinlemeye Samm’s Bistro’ya gittik. Parıltısını kaybetmemiş Gaziosmanpaşa’da şık, ışıltılı bir yer.

Çoğu şıkır şıkır giyimli insanlar gelip küçük mekanı kısa zamanda doldurdu. Yemek ve içki servisiyle birlikte gösteri de başladı.

Mekana yetip de artan ses düzeninde bir sorun yoktu. Sorun (derdinizin müzik dinlemek olduğu düşünüldüğünde) sessizlik düzensizliğindeydi.

Müziği bastırmaya çalışan ısrarlı sohbetlerin uğultusu, buna tizleşe pesleşe çizikler atan kadın erkek sesleriyle yükseliyor, ortalıkta vızır vızır dolanıp, geçen iki dakika içinde yeni bir isteğiniz hasıl olup olmadığını soruşturan garsonların hareketine karışıyordu.

Fırıncı küreği iriliğinde akıllı telefonlar orada burada parlayıp sönüyor, arada flaşları sahnede, müzisyenlerin üzerinde patlıyor, insanlar kendilerinin, arkadaşlarının fotografını çekmeyi bıraktığında toplu fotolar için garsonları çağırıyordu.

Komşu masada oturan iyi, tatlı ifadeli obez genç kadın gözümün önündeydi. Bir çiftle birlikteydi. Erkek kendi telefonuyla baş başayken kadınlar durmadan kafa kafaya veriyor, bir boşluk olduğu an şişman olan, cüssesiyle oranlı telefonunda mesajlarına bakıp hoş bulduklarını, resimleri arkadaşına gösteriyordu. Gözümün önünden ışığını saçarak geçenler arasında üzgün suratlı bir San Bernard da vardı. Telefonun ışığının geçici bir süreliğine söndüğü bir ara, yerde duran plastik torbasından çıkardığı büyük peynir tahtasını arkadaşının onayına sundu.

Burada olmaktan memnun görünüyordu. Orada bir yerde müzik çaldığını hatırlamayacak kadar meşgul başkaları da.

*
Güzel bir süzme ve odaklanma egzersizi olabilirdi. (Birlikte gittiğimiz arkadaşlarımdan birinin gayet iyi yapıp akşamdan keyif çıkardığı gibi.) Ben yapamadım. Sinirlenmedim, gerilmedim ama pelteye döndüm.

Olsun. Geri dönüşle bu dinleme engeli başka bir gösteriye dönüşüyor.

Tezahür farklarıyla birlikte ne muaf ne yabancısı olduğum insan zihninin maymun doğasının tek perdelik piyesine.

Kıpır kıpır.

Diken üstünde.

Durduğu yerde bulamadığını durduğu yerde kendileri de bir şey bulamayan başkalarının gürültülü arayışında yakalama peşinde. (Belki bir sonraki San Bernardlı mesajda..)

Kaçan. Kovalayan. Daldan dala atlayan. Kaybolan. Sanan. Varsayan. Yok bilen. Çok bilen. Hiçbir şey bilmeyen. Kuyrukları peşinde dönüp duran.


Yitik insan zihni.

SEYİR NOTLARI: ADLARA TAKILMAK

Bir şeyin sadece adı, ona ilişkin olumlu-olumsuz peşin kabuller için yeterli oluyor.

İsmin kendisi başlı başına sınırlayıcıyken bir de kişisel deneyim, koşullanmalar ve bunlar etrafında kulaktan dolma bilgi ile kısıtlanıyor.

Konu her ne ise onun karşısındaki açıklık da bundan sonra taşıdığı adın yüklenmiş olduklarının insafına kalıyor.

Takılan isme yüklenen nahoş anlamlar, bunun arkasındakine zaman içinde bir şans daha vermenin, onu yeni bağlamlarda deneyip bambaşka tanımlara ulaşmanın da en büyük engeli.

Sabır.

Sebat.

Tahammül.

Ilımlılık.

Dönüp içe bakmak.

Disiplin.

Listenin sonu yok.


Sırf isminin çağrıştırdıkları yüzünden kaçan fırsatların da.

6 Şubat 2015 Cuma

SEYİR NOTLARI: GÜLÜN ADI

“Çocuk çiçeğe büyülenmiş gibi bakar. Baktığı yepyenidir. Heyecan verici. Bakışı da öyle. Bakan ile bakılan bir olur. Sonra annesi yanına gelir, hazır ilgisi üzerindeyken ona bir kelime daha öğretmek üzere çiçeği gösterip gül, der. Tekrarlatır. ‘Bu neymiş? Gül.’ İşte o an her şeyi bitirir.”

Remin Bey’in anlatmak istediğini idrak etmem uzun zaman aldı. Güle gül demenin nesi yanlıştı ki?

*

Şöyle bir dur. Sahiden dur. Bırak düşünceler ve dil dibe çöksün. Bedenine kulak ver. Ayak bileğinin hemen üzerindeki hisse mesela. Arka planda belli belirsiz, hafifçe  nahoş bir algı iken dikkatini verdiğinde nasıl nüanslandığına bak. Dikkatini verdiğin her şey gibi sürekli değiştiğine. Böyle sıradan bir şeyin adı bile yoktur.

İçini ve dışını düşüncenin ötesinde doğrudan algıladığında algının kabını böyle adı sanı olmayan sayısız hissin oluşturduğunu görüyorsun. Hiçbir zaman tekrarlayamayacak kımıl kımıl bileşimler.

Sonra biri yanına gelip elbette iyi niyetle, sözgelimi “Üzgün müsün?” diye soruyor: “Ah, bilirim, bu üzüntüyü çok iyi bilirim.” Niyeti seninle iletişim kurmakken senin kendi iletişimini de koparıyor.

Varsa üzüntünün, tek bir ibrişimini şöyle böyle tanımlayacağı bütün bir alacalı yumağı.

Adını koymak bu. İnsanı sofrada sürahiyi isterken ansiklopedi dolusu laf etmekten kurtarıyor. (Bu olmadı tabii. Sonuçta ad koymanın da parçası olduğu düşünce olmasa sürahi de olmazdı, edecek ansiklopedi dolusu laf da.) Ama yaşananın da onu yaşayışımın da biricikliğinin çanına ot tıkıyor.

Algıyı doğrudan izlediğim vakit, güle gül deyip geçmesem, kalsam, onu biricikliğine bıraksam, kokusunu çok daha etraflı alabildiğimi anlıyorum.


Rahmetli Remin Bey’in ne demek istediğini.

4 Şubat 2015 Çarşamba

SEYİR NOTLARI: SEYİRCİ

Seyrin bir yerinde bir bakan ve gören var. İşaret parmağını hiçbir durumda gözüne sokmayan, sesini yükseltmeyen, gördüklerini sözcükleri bile kullanmadan ileten bir yanın. Hep de orada fakat kafanın içindeki cazgırlığın ötesinde kalıyor.

Sakinleştiğinde, mesela doğada, zihnin yatıştığında seni çırılçıplak sana gösteriyor. O kadar yansız, doğrudan ki utanıp sıkılmadan, üstünü örtüp savunmadan, tabanları yağlamaya kalkışmadan ilettiğini “alıyorsun.”

Yalın, her türlü yapaylıktan uzak, doğal bir iletişim. Dışındaki karşılığını belki bir ömür arasan bulamayacağın etraflılıkta.

Onun usul, kuşbakışı görüşü hayatı kendi ellerinle ne kadar gürültüye boğduğunun da hatırlatıcısı.

Değişim tepeden (telkinler, bastırmalar vesaire ile) değil, onunla temastan başlayarak geldiğinde enerjisini, şevkini beraberinde getiriyor. İçten dışa doğru işliyor. Kat ettiği katmanlarınla doğal bir mutabakat sağlıyor. (Demokrasinin iyi bir resmi.) Dokunduğu şeyleri hiçe sayan, baskıcı, sıkıştırıcı, nefesi kesici zorba, dolayısıyla da ilk fırsatta geri tepmeye mahkum sıradan iradenin yerini gönüllülük alıyor.


Ne olursa olsun koyulduğun bu anlama ve değişim yolunda yürüme kararlılığı.

2 Şubat 2015 Pazartesi

SEYİR NOTLARI: DİKKATE YÖN ÇEVİRTMEK

İlgimi oldum olası tekil olaylardan çok arkalarındaki işleyiş çekiyor.

Hareketin içinde dağılıp kaybolmaya karşı da iyi bu.

Peki bir adım ötesi ne? Bir anlatıcı olmadan hikaye de olmayacağına göre dikkati bu kesintisiz yorumcuya, zihnin kendisine çevirmek değil mi?

İşaret ettiklerini bırakıp parmağa yönelmek?

Gerçek, ucu açık bir anlama arzusu, araştırıcılıkla.

Neymiş bu kendim dediğim? Nelere inanır, neleri bildiğini sanır, bunlarla nasıl süzgeçler örer de hayatı oradan süzer, sever, iter, göğün yedi katıyla cehennemin dipleri arasında gider gelir, arada onulmaz bir yavanlığa sıkışır kalırmış?

Elimin tersiyle ilkten bir yana ittiğim “Ben kendimi biliyorum zaten!” kanaati. Böylece bildiği sanılan, insanın kabaca neye nasıl tepki göstereceği. Hangi düğmelerin neleri harekete geçirdiği. Ama kendim denilenin bilgisi, çamaşır makinesinin ya da cep telefonunun nasıl çalıştığından daha fazlası olmalı.

İki elim yakasında, sarsarak bilgi alamam ondan. Soğuk analizlerin de uzağa götürmediğini çoktan öğrendim. Yargılamanın, ayıplamanın, utanç duymanın. Tepeden bakmak kadar altında ezilmenin.

Yok, başka bir ilişkilenme istiyor. Bir dosta sunulabilecek en değerli şey olarak gördüğümü; bölünmemiş bir dikkat. Daha lafı bitmeden sıra gelse de ben de kendimden söz etsem sabırsızlığından, kapının arkasında bekleyen hazır fikirlerden özgür engin bir açıklık, sadece onun anlatacaklarıyla dolacak bir sessizlik.


Sunduğum böyle bir dostlukla kendimi yanıma (karşıma değil) alacak olsam ve izlesem, neler öğrenirim?