Giderek daha sık hatırladığım bir sahne:
Annem, liseden yakın bir arkadaşıyla Tunalı’da. Kol kola
girmiş, kıkırdayarak yürüyorlar. Eğlencelerine dalmış, beni unutmuş gitmişler.
Biraz arkalarından onları hafifçe dudak bükerek izliyorum. Gördüğüm ve
hissettiğim arasında bir tutmazlıkla. 70 yaşındalar, bense 30’larımda.
Duruma göre yaşlandığım paniğine kapılsam da bunun onların
yaşında ne olduğunu bilemeyecek, gençliğimi de arkama alıp yaşına göre
davranmayanı (neyse bu) içten içe
kınayacak yaşta.
Dün iki okul arkadaşımla Ankara kazan biz kepçe dolaştık.
Samanpazarı’nın yokuşlarını inip çıktık. Hacı Bayram’ı ziyaret ettik. Cer
Modern’de Nuri Bilge Ceylan’ın fotograf sergisini gezdik. Boynumda ağır kamera,
sırtımda çanta, beş saatin sonlarında iyiden iyiye yorulduğumu hissettim.
Ama yeniden bir araya gelmenin, ortak çocukluğumuzun
kentini arşınlamanın keyfi kanatlandırıcıydı, biz de o zamanlar ve her zaman
nasılsak öyle. Tat almaya, gülmeye, muzipliğe teşne.
Bakışım ikiye yarıldı. Bir yanıyla bedenlerimizi dışarıdan
gördü. Sıkıntıların başladığı, dayanıklılığın düştüğü, çevikliğin azaldığı,
yaşın hükmünü sürdüğü bedenler.
Bir yanı da içerden dışarı bakıyordu. Dikkatimi buna çevirdim
ve kendimi bildim bileli hiç değişmemiş bir duyuş olduğunu fark ettim.
Özsu gibi saydam, renksiz, duru. Zaman dışı. Yaşsız.
Olmak
böyle bir şey.
30’larımdaki beni 70’indeki anneme yaklaştıran yaş iken,
onun halini bilir olmam da yaşsızlık ile.