Berat, bize de gelsene, dedi. Ziçev’in (Zihinsel Yetersiz
Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı) bahar şenliğine. Zaten gelecektim, dedim.
Duyurusunu gördüğümde aklıma koymuştum.
Berat fotograf atölyesinde zihinsel engelli
çocuklar, gençlere fotograf öğretiyor.
Gölbaşını çıkıp bozkırın kıyısında genişçe bir araziye
yayılan yapılarıyla Ziçev’e saptım.
Tepedeki düzlükte ufak bir hareket vardı. Aralarına
girdiğim an çocuklar sokuluverdi. Elimi tutup elleri arasına alanlar, kolumu
okşayıp boynuma sarılanlar. Kayan dilleri, heyecanlı konuşmaları, gözlerime
kilitlenen bakışlarıyla selamlayanlar. Kimsin, kimlerdensin, in misin, cin mi,
hiç tartıp biçmeden bir içe alış. Sevilecek, sevinilecek bir varlık daha işte.
Yürüyüp denize girmek kadar dolaysız bir karşılama!
Geç kaldın, dedi Berat, çoğu spor salonunda, maç
yapıyorlar.
E o zaman oraya gidelim.
Tamam ama önce sepet içindeki renkli kağıtlardan çekmemi
istedi. “Bugünlük kardeşin olacak kişi.” Çektim, Erkan çıktı. “En iyi fotograf
çekenimi seçtin!”
“Ne sıcaklar!”
“Öyledirler. Safi sevgi. Sen asıl bir köşeye gizlenip
onların sabahları servisten inişlerini seyredeceksin. Burada kalanlarla
kucaklaşmalarını. Yürüyemeyen arkadaşlarını sırtlarına alıp sınıflarına
taşımalarını.”
Engelleri
onları sevgide engelsiz yapmış gibi. Kılıçsız kalkansız.
Spor salonunda kıyamet kopuyordu. Çocuklarla konuklardan
bir kalabalık. Bir kısmı duvar dibine oturmuş, tek pota basket oynayan iki
tarafa tezahürat yağdırıyor. Erkan’ı bulduk. Boynunda fotograf makinesi, oradan
oraya koşturuyordu. Heyecan içinde yanımıza geldi. Sağır dilsizmiş. Yerinde
duramıyordu. Berat, ilgisini ikimizin bir fotografını çekecek kadar tutabildi.
O koşturmasına dönerken dışarı çıktım. Issızlığa.
Yoğun bir çarpılmışlık hissiyle yola indim. Metruk
çiftlik binası boyunca yürüdüm. Pencereleri sökülmüş. Çatısı bel vererek yer
yer göçmüş. Dachschaden lafı çaktı
aklımda. Almanların kafadan sakat karşılığı kullandığı söz: Çatı hasarı. Allak
bullak, gülümsedim.
Köşede, bir tel örgünün arkasında tüten kül yığını önünde
öylece kaldım. Yabasının ucunda bir öbek çalıyla beliren adam “Yanlış mı yapıyorum?”
diye sorunca irkildim. “Bakıyordunuz da, yanlış bir iş mi yapmışım diye merak
ettim.”
“A, yok. Ben.. ateş seyretmeyi, fotografını çekmeyi
severim de, onun içindi.”
O zaman size şöyle güzel bir ateş yakalım deyip çalıları
yığına attı, dürtüp tutuşturdu. Alevler bir anda yükselip genişledi.
Hareketleri, dağılıp asılı kalan içime yayıldı. Kısa sürede dumana kesip sönene
kadar başında durdum.
Spor salonundan çıkanlara karıştım. Sıra pastadaymış.
Yemek salonuna yürüdük. Aynı yerdeki yalnız
kalma mekanını gösterdi Berat. İç içe, biri yatak, diğeri küçük
mutfağı, sobasıyla oturma odası.
“Burada yalnız yaşamayı öğreniyorlar. Evlerini derli
toplu tutma, ufak tefek yemek pişirme, misafir ağırlama, gündelik işler. Ana
babalarının, bir bakanlarının olmadığı zamanlara hazırlanmaları eğitimlerinin
önemli bir bölümü.”
Engelleri elverenlerin, ama burada daha ağırları da var.
Tekerlekli sandalyedekiler.
Müzik de açılmış, salon cıvıl cıvıldı. Kucaklaşanlar,
arada tutuşuveren çalılar gibi bir anda parlayan tartışmalar – “Hadi çocuklar!
Yapmayın, öpüşün, barışın” denildiği an peki madem der gibi öpüşüp barışıp ağız
kulaklarda bir sonraki ana geçiverişler. (Bir kez daha, engelliliğin
engelsizliği işte.)
Ağır vakalar, dizildikleri duvar dibinden bakıyordu.
Dev pastanın gelişi heyecanı odaklayıp iyice yükseltti.
Ne kocaman pastaydı öyle, hem de yaş! Kesildi, yenildi, danslar edildi. Baktım,
bir grup tam da içimden geleni yapıyor; yerlerinde Masai gibi havalara
sıçrıyor.
“Farkındalar mı?”
“Derece derece. Bir kısmı değil. Onlar mutlu. Sınırda
olanlarsa bir şeylerin ters olduğunu anlıyor, o zaman bunalıma girebiliyorlar.”
Dans edenlere baktı. “Onlarla olduğunda dertlerinin
çoğunun ne kadar tırıvırı olduğunu görüyorsun. Ve zaten.. kafanı dağıtmak için
aralarında olmak gibisi yok. Sana her şeyi unuttururlar.”
Başka bir dünya. Madalyonun hiçbir zaman çok uzak olmayan
hemen arka yüzü. Bir travma, kimyasal-sinirsel bir hata ve oradasın, yeni bir
hizalanışla çoğunluktan koptuğun yerde. Sınır oynak, uçucu. Oradan buraya,
buradan oraya geçirgen. Şu ortamlarındaysa öne çıkan hiç bu değil. Kaynaşma.
Öğretmenler de, çalışanlar da ambalajı (normalliği, görünümü) çoktan aşmış,
insana özünden dokunuyor. Diğerleriyse zaten öyle yapıyor.
“Bir kere göz göze gelmeye gör, yakalar, ta kalbine
değerler senin. Ama sonra süreklilik isterler. Öyle iki gelmeyle olmaz. Üzülür,
özler, sorarlar.”
“Görsel hafızaları iyi demek?”
“Hem nasıl! Fotografta da görürsün bunu. Her kareyi,
nerede nasıl çektiklerini hatırlarlar.”
Ve başka bakarlar..
Konuklar demet demet papatya, daha birçok kucaklaşmayla
uğurlandı. Servisin gelmesini beklerken fotograf atölyesine geçtik.
Berat onca sağlık, hayat sorununu bir kenara itip yedi
yıldır bu atölyede ders veriyor. Ders vermiyor aslında, fotografı birlikte
yaşıyorlar. (Oldukları yerde de değil, dolaşarak, dört bir yanda sergiler
açarak. Geçenlerde trenle Kars’a gidip orada fotograf çektiler.) Bu blogun ilk
yazılarından birinde sözünü ettiğim sergilerinin izlenimine dayanarak, fotografı kendisi
de onların gözünden yeniden yeniden öğreniyor diyebilirim ( http://aksi-seda.blogspot.com.tr/2010/03/asil-art-brut.html ). Görüntünün, anlamın,
anlatımın peşine hele onun gibi düşmüş birinin bu fırsatı kaçıracağını hiç
sanmam.
Akıl almaz fotograflar bunlar. Çerçevesiz bir dünyadan
odaklanmalar.
Sihirli aynalarla çalışıyorlarmış. Dalgalı yüzeyli koca
aynalar. Birini alıp şövaleye yerleştirdim. Bir süre bana Uçan Hollandalı arkadaşlık etti, Hollanda’dan gelen Down sendromlu
çocuk. İlgisi dağıldığında uzaklaştı. Onca saatin hareketinden yorulup uzun
masanın etrafına çökmüş diğerlerine karıştı. Aynayı kanıksamışlar, bugünün
yıldızı o değil.
Benim için farklı.
Kımıldadıkça benimle birlikte dalgalanan tüm bir içeriğin
ekranı.
Ürkütücü, genişletici, özgürleştirici, bulup
kaybettirici.