Sabah sıcak su almaya indiğimde arabamı takıldığı yerden kurtaranlardan bir genç adamla karşılaştım. Havanın iyiliğinden söz ederken (“Kış lastikleriyle geldim!”) Biz de yabancısıyız buranın, dedi. “Antep’ten geldik. Depremzedeyiz.”
Küçük otelin sahibi amca
oğluymuş, iki odasını onlara açmış. Mal kayıpları varmış ama küçük çocuklarıyla
ailesine bir şey olmamış.
“Yanımızdaki bina çöktü. 9
kişi altında kaldı. Suriyeli bir aile ama insan sonuçta. Çok üzüldük.”
İyi bakışlı, mazlum bir
genç.
Bir deprem bölgesinden
şimdilik uyuklayan diğerine, başına tarihte azılı depremler, tsunami,
savaşlardan yana gelmedik kalmamış Likya’ya. Hukuk sisteminden kurup
sürdürebildiği, AB vs’ye taş çıkaran birliğe, kıyı denizciliğinden ekonomisine
hayatı afetler, insani felaketlerle biçimlenen diyara.
Balkonda oturmuş, kaypak
zemin ve diri fay hatları artık kahinlerle yaşlıların tekelinde tecrübeye
dayalı bilgi ve sezgi değil, bilim konusu doğal yapıyı düşünüyorum. Karşımda,
şimdi olsa o gence kaçıp geldiği felaketi yeniden yaşatacak çürük, çirkin bir
yapılaşma.
Biz olsa olsa başımıza
gelenle bir şekilde baş etmeyi öğreniyoruz. Onu bir daha yaşanmayacağı peklikte
bir yaşam zemini inşa etmede kullanmaya gelince, Likyalılardan bir arpa boyu ilerleyip
ilerlemediğimiz konusunda kuşkuluyum. Soyadıyla da Truva Savaşlarının görmek
ama kulak verilmemekle lanetlenen kahini Kassandra’yı çağrıştıran Naci
Görür’ler uyarmak için haykıradursun, fay hatlarının aldatıcı uykusuna yatmış
bir ülke.
*
Bugün Fethiye’ye kadar iki
durağım var. İlki Xanthos. Ama önce Kalkan’a burnumu bir uzattım. Otuz yıl
gerilerden bir iz kalmış mı diye safça bakmaya. Parke taşlı daracık bir sokak
boyu iki katlı, avlulu, ahşap, taş evlerde dükkan ve pansiyonlarla ufak tefek,
derli toplu, sevimli bir yer. Elbette hayır! Ta kıyıya inmiş apartmanlar altı
BİM’ler, ŞOK’lar, kıytırık lokanta ile yeni düzenlemesi dev afişlerle duyurulan
liman inşaatına uzanıp nasıl kaçacağımı bilemedim. Kemirdikleri yamaçlar boyu
uyuz yarası gibi yayılan 4-5 katlı binalara dışarıdan bakmak başka, aralarına
dalmak başka.
Xanthos’ta oyuncu bir yavru
köpek beni gezdirdi. Seralar denizine tepeden bakan tiyatro ve bitişiğindeki o
tuhaf Harpy’ler anıtı (kule biçimli kaidesinde kabartmalı mezar odası), lahitler ve çift dilli kitabe arasında yeşili avaz avaz otlarla kaplı arazide kazı
çukurlarına yuvarlanmamaya bakarak bir ben onu izledim, bir o beni.
Pers işgalinde
kadınlarını, çoluk çocuk ve yaşlılarını kaleye kapatıp diri diri yaktıktan
sonra savaşarak ölen mağrur er kişilerin yazdığı kahramanlık tarihini elime
alıp türlü ışığa tuttuğum Xanthos. Ve kim bilir kaçıncı kez sorduğum soru:
Kahramanlık mı, hayat mı?
GPS’ten şüpheye düştüğüm,
daracık tabelasız yollardan sonunda ulaşabildiğim Letoon’u da ilk kez
görüyorum. En iyi durumda kalan Hellenistik tiyatro buradaymış. Oturma alanı en
üst sırasına kadar ayakta. Bir köşesindeki, yaprak örtüsü Afro bir kafayı andıran
ağaç, artık asıl rejisör. Ucu su altındaki sütunlu geçitte kurbağalar korosunu
dinledim. Apollo Tapınağı kadrajımda sit alanının burun dibindeki derme çatma
köy eviyle çitin bu yanında bir başıma, uzaktan gelen horoz, eşek seslerini
koroya kattım.
Erken Hıristiyanlık
döneminden bir de kilise ile manastırı varmış. Ilıman iklim ve tanrısal bir
coğrafya; depremlerle savaşlar dışında huzur esinleyen bir yer olmalıydı.
Ve de ver elini Fethiye.
(Sonuncu yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder