Birkaç engel, derken otel parasını depremlerden önce ödedim diye çıktığım bir gezi oldu bu. Her zamanki heyecandan uzak, donukça bir iç ile.
Olsun, sen yola koyul,
gerisi gelir. Yolculuk ne vakit iyi gelmedi, seni onarıp yakıt ikmali olmadı
ki?
Yol kenarında tek tük
baharlar, hava açıp kaparken Muğla’ya tırmandım, Sakar Geçidinden aşağı saldım.
Köşeyi dönüp Akdeniz’e indiğim an hava ısındı. Daha Mart başlamadan 25
derecelere varacağı öngörülüyor. Bagaja ne olur ne olmaz diye attıklarım
arasında parmaksız eldivenler, polar başlık, kalın ceket de var, oysa denize
girene mayolukmuş.
Fethiye’den sonrası 30
küsur yıldır görmediğim yerler. Patara, Kaş, Demre.. İlk rehberlik turum
buralaraydı. Şaşkınlığı, ürkekliği hâlâ rüyalarıma giriyor. Acemiliğin kokusunu
alıp üzerime gelenler, merhametiyle bana kol kanat gerenler. Tam bir kabustu.
Finike’ye geldiğimizde daha fazla gerilemeyecek bir hale gelip salmıştım. Ya
herru ya merru deyip rahatladım. Bu sihirli geçişi de unutmadım. O katılıp
kalan çaylağın yerini etrafla ilişki kuran, topluluğu çarkında kil gibi
biçimlendirmeyi öğrenmekten zevk alan yumuşak, esnek biri aldı. Fiyaskoyla
başlayan tur alnımın akıyla bittiğinde neden bu iş soğuk suya atlayarak
öğrenilir dediklerini anlamıştım.
Patara’nın kumulları,
denizde biten çöl çağrışımıyla beni iyiden iyiye etkilerdi. Pek azı toprak
üstünde ve ayakta olan kalıntıların etrafında hiçbir şey olmaması bu vahşi
havayı derinleştirirdi. Antik kentten epey bir kısım ortaya çıkarılıp ayağa
kaldırılmış. Artık yemyeşil bitek alanlar ve sulak arazi arasındaki düzlüğe
serpiştirilmiş kalıntılara, girişin heybetli taçkapısına burada da tepelerden
bakan sıkışık siteler, ruhsuz apartmanlar kalabalığı. Eskisi yenisi, yapılardan
kurtulmak istiyorsan kumullardan aşağısı kilometrelerce uzanan enli kumsal,
caretta’ların yeri (akşam 8 ile sabah 8 arası kıyıya inilmemesi, buranın onlara
bırakılması uyarısı var). Havaya rağmen henüz kış ama etrafta epey insan. Savaşları
bir yılı dolduran Ruslar (küçük çocuklu aileler) her yerde. Tek tük Ukrayna
plakası da görülüyor.
Xanthos ile Letoon’u
Fethiye yoluna bırakıp Kaş’a devam ettim. Gök Patara’dan beri kartpostal
mavisiydi. Akdeniz onun dipsiz koyusu, hareketli konturlarını depremlere borçlu
olduğumuzu içim ürpererek hatırladığım koylar, adacıklar, cepler ile kıyı. Yolun
hemen arkasından yükselen dağlar, tepeleri yalçın, etekleri yeşil. Derken
Kalkan! Beton kalabalığı, şekilsiz, çirkin.
Akşamüzeri Kaş. Bulduğum
yer merkeze 4 km uzakta, yarımadanın uçlarında. Varışım epey şaşalı oldu. Geri
geri giderken dar bir merdiven aralığında asılı kaldım. Çekici gerekecek diye
içeri girdim. Sahip de dahil 4-5 erkek çıktı, hasar yok, altını destekler,
biraz kaldırırsak kurtulur deyip hallettiler. Yorumlarda övülen kahvaltıları
kışın yokmuş ama karşılama bunu telafi etti. Etraf kalabalık değil, onun yerine
oradan buradan kaçınılmaz tadilat ve inşaat sesleri geliyordu ama aşağı,
yerleşime inip döndüğümde kesilmişti. Denizden kıpkızıl batan güneş, mavi
üzerine mavilerle alacakaranlık, derken geceyle birlikte mutlak sessizlik indi.
Kaş’ın ilk halinden,
çekirdeğinden kalan eski ufak, ahşap ve taş evlerin parke taşlı dar sokakları,
deniz kenarında açıldıkları anıtsal çınarlı geniş meydan ne kadar güzel. Baş
sokmalık değil, yaşamalık, ruhunu senden alıp sana veren mekanlar. Eski, hakiki
kısmı kuşatan alüminyum parmaklıklı, mavi-gri camlı, yaşanıp yaşatılacak değil,
baş sokulacak, memleketin herhangi bir yerindekilerle değiş tokuş edilse hiçbir
şey fark etmeyecek yığıntılar.
Burada da Ruslar.
Lokantaların, kafe, barların dışarıdaki masalarına oturup akşam güneşinin
tadını çıkaranlar. Depremler ve savaş birden ne kadar uzak.
(Arkası yarın)
Her zamanki gibi çok güzel bir anlatımın var. Fotoğraflar ile de Gitmiş kadar oldum. Bu gezileri hiç üşenmeden yapmana da hayranlık duyuyorum. Murat Gürzumar
YanıtlaSil