Demre hedefiyle koyulduğum -benim için yeni- yol hayli tenhaydı. Eskiye göre dümdüz, gidiş-geliş ama rampalarda üç şerit ve güzel bir güzergah. Bakir tepeler, vadilerden bir içeri, bir kıyıya uzanıyor. Bolca seyir cebi yapmışlar. Çok geçmeden bunları gördüm mü durmaya değdiğini anladım. Çayağzı (imiş, bilmiyordum) keşfim de öyle oldu. Onlarca metre yukarıdan sulak bir delta, kumsal ve bakıma alınan ahşap teknelerle bir dere boyu. İndiğimde buranın sadece isminden tanıdığım Andriake olduğunu öğrendim. Karinası havada olduğunda alışılmadık iriliğiyle neredeyse ürkütücü gelen rengarenk teknenin tersanesi çok hoştu. Kumsal burada da caretta’lara aitmiş. Gürültü ve müziğin yasak olduğunu bildiren tabelayla girdim. İleriler sazlık, derenin öbür yanında göletlerle bir kuş uğrağı. Geri dönüp Likya Medeniyetleri Müzesine fazla bir şey beklemeden saptım ve fena (aslında çok iyi) halde şaşırdım! Eski bir tahıl ambarının taş binasından dönüştürülen müzeye Andriake kazı alanının içinden geçilerek ulaşılıyor. Kalıntılar zeytin ağaçları ve türlü yer bitkisiyle (bahar çiçekleri olanca cümbüşünü katmaya hazır) hareketli bir zemine serpiştirilmiş. Likya kentinin taşı toprağından kalanlar Çayağzı ve sulak alana harika bir önplan veriyor. Müze de çok başarılı. Birbirine açılan galeriler boyu iyi sınıflandırılmış dokümantasyon ile sergilenen (fazla olmasa da epey fikir veren) buluntular. Dolaşması gerçekten zevkli bir yermiş Andriake. Bir seyir cebi sayesinde karşıma çıktı, ne iyi.
Demre de kocaman bir şehir
olmuş. Ben yollardayken seralıktı. (Had bilmez yönsüzlüğümle tur otobüsünü
burada iki sera arası kenarları hendekli dar bir toprak yola güya kestirme için
sokup sıkıştırmıştım da bütün uyarılarına rağmen beni dinleyen şoför Apo
bayıldığım işlevsel lanetini savurmuştu: “Babanın düşmanları ölsün e mi!”) Ama
seralar şimdi düzlüğün yarısına yayılıyor. Kişiliksiz binalar her yerdekiyle
aynı olsa da cadde, sokaklar alışılmadık ölçüde geniş. Noel Baba kilisesinin
önüne devasa bir meydan yapmışlar. (Meydandan çok iri gövdesiyle ne yapacağını
bilemeyen utangaç bir obez gibi duruyor. Sunduğu alandan ziyade anlamsız bir
boşluk.)
Onarımdaki kilise
matkap-testere patırtısıyla sevimsizdi. Apsisi yarı kordon altına almışlar
-akustiğin hâlâ ne kadar iyi olduğunu gösterme bahanesiyle sesimi burada salardım.
Myra, kaya mezarlarıyla
bende görsel damgasını bırakmış yerlerden. On bin kişilik muazzam tiyatrosunun
hemen arkasındaki dik kaya duvarlarda ölülerle alt alta üst üste yaşayanların
komedi ve trajedilerine kör gözlerini diken mezarlar.
Kaveada Ruslar fink
atıyordu, burada da. Ne için gelmişler, ne yaparlar, ne yer ne içerler? Hangi
ülkeden ağırlıklı turist gelirse onun dilini (ben işi bırakırken Japoncaydı)
sular seller gibi konuşan rehberler küçük özel gruplara Rusça şakıyor.
İkindi yemeğini Since 1988
levhalı, obez bir ailenin işlettiği İpek Restoranda yedim. Kalın beyaz
tabakların arkası kirli, kenarları kırık ama yiyip içtiğim en sıcak çorba, pide ve
çay gayet lezizdi.
Dönüşte Kaş’ta çöktüğüm
pastaneden akşam için bir peynirli açma, yanına portakal ve kefir alıp otelin
uzaklardan inşaat gürültülü cennetsi akşamüzeri manzarasına çekildim.
*
Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/revShjwXR7NGGsRo7
(Arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder