Fethiye’de ebedi öğrenci arkadaşlarımdan birinin misafiriyim, Pınar’ın. Ön Asya arkeolojisi alanında master yaptıktan on yıllar sonra dal değiştirerek Kadyanda nekropolü konulu doktora tezini tamamlamak üzere. (“Hiç büyük konuşmayacaksın! Mezar kazıcı klişesine gülüp geçerken bunca yıl sonra gerçekten mezar kazıcı olup çıktım işte.”)
Bugün, geldiğim yönde bir
60-70 km geri gideceğiz. Likya artık Pınar’dan sorulur. Bana tez konun ile
biraz daha antik kent gösterir misin demiştim. Ama ilk durak, zeytin bahçeleri.
Pınar köklü bir yerel aileden. Topraktan aldığını çevresine türlü biçimlerde
vermeyi bilenlerden.
Yünü paçalarında, kırkılmış
koyunlar gibi duran ağaçlar yeni budanmış, uzaklarda karlı zirveler, çevre
tarlalarda kış iskeletinde yalnız ağaçlar, hava mis gibi, toprak yumuşak. Köy
evinde babamı andım. Ne mutlu olurdu burada. Tefekkürüyle baş başa, sadece o.
Gelirken gözüm de aklım da kar kaplı dağlarda kalmıştı. Şimdi direksiyonda Pınar, uzanıp uzanıp meyve toplar gibi fotoğraflarını çekiyorum. Hafif pus yamaçları silikleştiriyor, zirveleri göğe çıkar değil, gökten inme gösteriyor.
Sen de mi yönsüzmüşün
Pınar?! Yönden yana ne bahtsızmışım. Sdyma’ya gideceğiz de nerelerden
sapacağımızı bilirsek. Dağın başında, kazısı yapılmamış, anca meraklısının
uğrayacağı bir yer. Tabelası yok.
Sora ede tırmanmaya
başladık. Yol tepeler arasında aşağılarda kalan vadinin etrafını dolanıyordu. Yamaçlar
çam, maki ile yemyeşil. Daracık bir köyü de geçtik. Gidecek yer kalmadığında
varmıştık. Sur gibi görünen taş bloklar ve sağda solda, tarla-bahçe içinde
beliren lahitler, mezar odaları Sdyma’nın şimdi koyun koyuna olduğu yoksul
köyden çok daha geniş bir alana yayıldığını anlatıyor. Köy pek fukara, derme
çatma ama beton değil, tahtadan. Bizi pek de yadırgamadıklarına göre Sdyma
hepten de ziyaretçisiz değildi. Sırtlarında çırpı denkleri, güleryüzlü dişsiz
kadınlar yol tarif etti. “Şurdan aşağı, dereboyuna inin, koca palamudun ordan dönün,
görürsünüz” (palamudu çıplak halinden geçtim, yapraklıyken tanırmışız gibi). Eklemeyi unutmadılar: “Dönüşte gelin, çay içelim.”
Yanından geçtiğimiz koca
ağaç palamut idiyse dereboyu taşlık yatağıyla adımlarımıza dikkat etmemiz
gereken darlıktaydı. Ama gel de sadece bastığın yere bak! Başka bir dişsiz
kadının bahçe duvarında antik kentten taşlar seçilen yoksul evini de geride
bıraktığımızda çiçeklenmiş toprak ve ekin tarlalarıyla dağlarda doğanın
ortasındaydık. Çepeçevre de ağaçlar kadar çok mezar! Odası, anıtı, lahdi. Pınar
sürgülü taş kapıları anlattı. Tek kişilik ya da aile değil, kuşaklar boyu
kullanılmaya göre yapıldıklarını. Çeşitli gömü geleneğinden söz ederken baharın
kamçıladığı hayatla kuşatılmak, iki hal arasında abarttığımız bir zıtlık
bulunmadığını vaaz ediyordu.
İnerken daha az
duraksadık. Pınar’ı olmadık yerelere sapmaktan alıkoyanın ben olduğuma gel de
inan!
Öğle yemeği için düşündüğü
yere kadar (“40 km filan. Ev yemekleri de var”) dayanamayacak kadar açtık, ana
yolda az ileride sık uğradıkları başka bir lokantaya kendimizi attık. Şamatacı
kurbağalarıyla bir kanal boyundaki et lokantası. Karmakarışık salata ile
mangalcığında tandır bir Likya şöleni oldu.
Üzümlü’den (“Şimdi pek
revaçta. Yabancısı, yerlisi buradan yer almaya bakıyor”) saptık. Ormanların
içinden denizden 970 metreye tırmandık. Orman, sitelerle kemirilmeye başlamış.
Akşam okuduğumuz tezinin
içindeydik. Kadyanda’nın nekropolü şimdiki girişten başlayıp sur içi, dışı,
akropol, etekleri, dört bir yana yayılmış. Nüfusla oranlarsak bugünün sitelerine
yakın yoğunlukta diyeceğim ama ölülerinki göze diken gibi batmıyor. Tonoz,
üçgen çatıları, taş işçiliği, bezemeleri ile anıtsal olanları bile doğa
örtüsüyle çok daha uyumlu.
Pınar epey ter dökmüş burada.
Onlarca mezarı numaralandırmış, haritaya işlemiş. Tezini tipolojileri üzerine
yazıp ilerideki kazılara zemin sunmuş. Arkeologların meşakkatli gündelik
yaşamlarını ondan dinlemek zevkli. (Her arkeoloğa günlük yayımlatmalı. Yerel
halk, bilim-akademi çevreleri, tarih ve bugün, yerine göre komandoluğa varan
bir iş günüyle en sıradan bir kazıda bile kazılıp çıkarılacak ne hikaye
vardır.)
*
Ertesi gün Şövalye Adasına
gitmek istedim. Çocukluğundan beri yazları geçirdikleri ufak ada (Sedef Adasını hatırladım)
3-5 tanıdık ailenin sayfiye eviyle özel bir ada gibiymiş. Tarihi kalıntıların
arası gür bitki örtüsü kaplı. Sabahtan akşama gönlünce oynamaya salınan
çocukların cenneti! Sonra ölenler, el (ve zevk) değiştiren mülk, “daha”ya doymayan
gözler, sıklaşıp yükselirken paralı bir sakilliğe bürünen yapılar -bildik
hikaye. Ama hâlâ araç yok, yeşili var. Soluğu yazları karadakinden de nemli,
sıcak olsa da hep güzel, yazık.
Akşamüzeri annesi Yonca
teyzeyle birlikteydik. O, Cevat Şakir’le büyümüş bir Bodrumlu. Görüp
geçirdiklerinin zenginliği bir yana, zekayla vicdanın el ele ilerlediği nadir
kişiliklerden. Buna şimdinin aktivizm dedikleri, çevresinde hayatı iyiye doğru
değiştirme azmi de eklenince karşımda ağzı açık dinlediğim biri oturuyor.
Beni koyun karşı tarafına,
limanın direkler ormanı arası ve üstlerinden tepelere tırmanan apartman
çöllerine bakan Aşıklar Tepesine götürdüler. Kulağında kulaklık,
dokuzuncu battal torbasını da topladığı çöple doldurmak üzere olan genç kadını
izniyle fotoğrafladılar. Karavanla gelmiş ailesine sordular. “Hem Rus hem
Ukraynalı” imişler. Fotolar yerel gazeteye gidecekti. Bir umut, yaprak
kımıldatacak bir ibretlik olmaya.
Kordon boyunda yer
ayırttıkları lokantaya indik. Bu Likya turunun son akşam yemeği olarak kıraça
yemeğe. Etli butlu, ufak, buralarda çıkan bir balık. Damağımda kalan bütün tat
gibi lezizdi. Zengin.
*
Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/q3D8mqyosziBtc9g8
Güzel ve güçlü betimlemeler. Favorim: "daha'ya doymayan gözler" ☺
YanıtlaSil