6 Mart 2023 Pazartesi

HEYBEME BİRAZ DAHA LİKYA: SDYMA, KADYANDA

Fethiye’de ebedi öğrenci arkadaşlarımdan birinin misafiriyim, Pınar’ın. Ön Asya arkeolojisi alanında master yaptıktan on yıllar sonra dal değiştirerek Kadyanda nekropolü konulu doktora tezini tamamlamak üzere. (“Hiç büyük konuşmayacaksın! Mezar kazıcı klişesine gülüp geçerken bunca yıl sonra gerçekten mezar kazıcı olup çıktım işte.”)

Bugün, geldiğim yönde bir 60-70 km geri gideceğiz. Likya artık Pınar’dan sorulur. Bana tez konun ile biraz daha antik kent gösterir misin demiştim. Ama ilk durak, zeytin bahçeleri. Pınar köklü bir yerel aileden. Topraktan aldığını çevresine türlü biçimlerde vermeyi bilenlerden.

Yünü paçalarında, kırkılmış koyunlar gibi duran ağaçlar yeni budanmış, uzaklarda karlı zirveler, çevre tarlalarda kış iskeletinde yalnız ağaçlar, hava mis gibi, toprak yumuşak. Köy evinde babamı andım. Ne mutlu olurdu burada. Tefekkürüyle baş başa, sadece o.




Gelirken gözüm de aklım da kar kaplı dağlarda kalmıştı. Şimdi direksiyonda Pınar, uzanıp uzanıp meyve toplar gibi fotoğraflarını çekiyorum. Hafif pus yamaçları silikleştiriyor, zirveleri göğe çıkar değil, gökten inme gösteriyor.

Sen de mi yönsüzmüşün Pınar?! Yönden yana ne bahtsızmışım. Sdyma’ya gideceğiz de nerelerden sapacağımızı bilirsek. Dağın başında, kazısı yapılmamış, anca meraklısının uğrayacağı bir yer. Tabelası yok.



Sora ede tırmanmaya başladık. Yol tepeler arasında aşağılarda kalan vadinin etrafını dolanıyordu. Yamaçlar çam, maki ile yemyeşil. Daracık bir köyü de geçtik. Gidecek yer kalmadığında varmıştık. Sur gibi görünen taş bloklar ve sağda solda, tarla-bahçe içinde beliren lahitler, mezar odaları Sdyma’nın şimdi koyun koyuna olduğu yoksul köyden çok daha geniş bir alana yayıldığını anlatıyor. Köy pek fukara, derme çatma ama beton değil, tahtadan. Bizi pek de yadırgamadıklarına göre Sdyma hepten de ziyaretçisiz değildi. Sırtlarında çırpı denkleri, güleryüzlü dişsiz kadınlar yol tarif etti. “Şurdan aşağı, dereboyuna inin, koca palamudun ordan dönün, görürsünüz” (palamudu çıplak halinden geçtim, yapraklıyken tanırmışız gibi). Eklemeyi unutmadılar: “Dönüşte gelin, çay içelim.”



Yanından geçtiğimiz koca ağaç palamut idiyse dereboyu taşlık yatağıyla adımlarımıza dikkat etmemiz gereken darlıktaydı. Ama gel de sadece bastığın yere bak! Başka bir dişsiz kadının bahçe duvarında antik kentten taşlar seçilen yoksul evini de geride bıraktığımızda çiçeklenmiş toprak ve ekin tarlalarıyla dağlarda doğanın ortasındaydık. Çepeçevre de ağaçlar kadar çok mezar! Odası, anıtı, lahdi. Pınar sürgülü taş kapıları anlattı. Tek kişilik ya da aile değil, kuşaklar boyu kullanılmaya göre yapıldıklarını. Çeşitli gömü geleneğinden söz ederken baharın kamçıladığı hayatla kuşatılmak, iki hal arasında abarttığımız bir zıtlık bulunmadığını vaaz ediyordu.



İnerken daha az duraksadık. Pınar’ı olmadık yerelere sapmaktan alıkoyanın ben olduğuma gel de inan!

Öğle yemeği için düşündüğü yere kadar (“40 km filan. Ev yemekleri de var”) dayanamayacak kadar açtık, ana yolda az ileride sık uğradıkları başka bir lokantaya kendimizi attık. Şamatacı kurbağalarıyla bir kanal boyundaki et lokantası. Karmakarışık salata ile mangalcığında tandır bir Likya şöleni oldu.

Üzümlü’den (“Şimdi pek revaçta. Yabancısı, yerlisi buradan yer almaya bakıyor”) saptık. Ormanların içinden denizden 970 metreye tırmandık. Orman, sitelerle kemirilmeye başlamış.



Akşam okuduğumuz tezinin içindeydik. Kadyanda’nın nekropolü şimdiki girişten başlayıp sur içi, dışı, akropol, etekleri, dört bir yana yayılmış. Nüfusla oranlarsak bugünün sitelerine yakın yoğunlukta diyeceğim ama ölülerinki göze diken gibi batmıyor. Tonoz, üçgen çatıları, taş işçiliği, bezemeleri ile anıtsal olanları bile doğa örtüsüyle çok daha uyumlu.




Pınar epey ter dökmüş burada. Onlarca mezarı numaralandırmış, haritaya işlemiş. Tezini tipolojileri üzerine yazıp ilerideki kazılara zemin sunmuş. Arkeologların meşakkatli gündelik yaşamlarını ondan dinlemek zevkli. (Her arkeoloğa günlük yayımlatmalı. Yerel halk, bilim-akademi çevreleri, tarih ve bugün, yerine göre komandoluğa varan bir iş günüyle en sıradan bir kazıda bile kazılıp çıkarılacak ne hikaye vardır.)

*

Ertesi gün Şövalye Adasına gitmek istedim. Çocukluğundan beri yazları geçirdikleri ufak ada (Sedef Adasını hatırladım) 3-5 tanıdık ailenin sayfiye eviyle özel bir ada gibiymiş. Tarihi kalıntıların arası gür bitki örtüsü kaplı. Sabahtan akşama gönlünce oynamaya salınan çocukların cenneti! Sonra ölenler, el (ve zevk) değiştiren mülk, “daha”ya doymayan gözler, sıklaşıp yükselirken paralı bir sakilliğe bürünen yapılar -bildik hikaye. Ama hâlâ araç yok, yeşili var. Soluğu yazları karadakinden de nemli, sıcak olsa da hep güzel, yazık.






Akşamüzeri annesi Yonca teyzeyle birlikteydik. O, Cevat Şakir’le büyümüş bir Bodrumlu. Görüp geçirdiklerinin zenginliği bir yana, zekayla vicdanın el ele ilerlediği nadir kişiliklerden. Buna şimdinin aktivizm dedikleri, çevresinde hayatı iyiye doğru değiştirme azmi de eklenince karşımda ağzı açık dinlediğim biri oturuyor.



Beni koyun karşı tarafına, limanın direkler ormanı arası ve üstlerinden tepelere tırmanan apartman çöllerine bakan Aşıklar Tepesine götürdüler. Kulağında kulaklık, dokuzuncu battal torbasını da topladığı çöple doldurmak üzere olan genç kadını izniyle fotoğrafladılar. Karavanla gelmiş ailesine sordular. “Hem Rus hem Ukraynalı” imişler. Fotolar yerel gazeteye gidecekti. Bir umut, yaprak kımıldatacak bir ibretlik olmaya.

Kordon boyunda yer ayırttıkları lokantaya indik. Bu Likya turunun son akşam yemeği olarak kıraça yemeğe. Etli butlu, ufak, buralarda çıkan bir balık. Damağımda kalan bütün tat gibi lezizdi. Zengin.

*

Fotolar için:  https://photos.app.goo.gl/q3D8mqyosziBtc9g8

1 yorum:

  1. Güzel ve güçlü betimlemeler. Favorim: "daha'ya doymayan gözler" ☺

    YanıtlaSil