29 Mart 2023 Çarşamba

KAYGI DÖNGÜSÜNÜ KIRMAK

Hangisi daha kolay? Uzun ömürlü bir değişim için iradeye, baskıya başvurmak mı, ikna olmak mı?

İrade ile kendime fazla bir şey yaptıramadığımı çok erken keşfedip kabul ettim. Didişken, mücadeleci biri değilim. Kaba dalgalarda yüzmek tamam ama çalkantılı denizde rüzgara karşı canhıraş kulaç atmak bana göre değil.

Talihli bir deneyimle fark ettiğim bir şey daha oldu: Yerine daha iyi bir şey koyduğumda en inatçı alışkanlıkların, pekişmiş davranışların bile hiç iradeye, zora başvurmadan aşılıp değişebildiği.

Bunun iyi bir örneği sigarayı bırakmak. Bağımlıydım. Stresli denebilecek bir işim vardı. Sonra bir gün, daha önce ne yakından ilgilendiğim ne de yapan birilerini tanıdığım meditasyona açıklayamadığım gibi karşı da duramadığım bir çekim duydum. Mıknatısa yapışan iğne misali gidip öğrendim ve yapmaya başladım. Bir süre sonra tuhaf bir yol ayrımına geldim. Sigara nefesimi sığlaştırıyor, nabzımı yükseltiyor, meditasyon tam tersini yapıyordu. Meditasyonlarımın derinleşmesini istiyorsam fizyolojimi rahatlatmam gerekiyordu. Hangisini daha çok istiyordum, sigarayı mı meditasyonu mu? Duraksamadım bile. Seçimim bunun bir seçim bile olmadığını gösterecek kadar hızlı ve güçlü geldi. Sigarayı birden bıraktım. 8 yıl da içmedim.

Kaygının üstesinden nasıl geleceğimi bilemediğim bir dönemde yeniden başlayıp yıllarca içtikten sonra 8 yıl önce tekrar bırakışımda da aynı oldu. Bu kez havuç değil, kırbaç ağır bastı. Yükselen nabzım ve tansiyonumla “Bunu kendine yapmak istiyor musun?” diye sordum. “Düşün. Sonraki sigaranı ona göre yak.” Bir iki gün sigaraları bu sorudan sonra yaktım. Cevap burada da o kadar barizdi ki hayır, bunu kendime yapmak istemiyorum dememe rağmen artık içemezdim. İradeye hiç gerek yoktu, bedenimle ikna olmuştum. Sigara (tıpkı bir zaman sonra alkolün de olacağı gibi) yüklendiği anlamdan (stres azaltıcı, kaygı savuşturucu veya arkadaşlığın, birlikte hoşça vakit geçirme ve zevk alma aracı) sıyrılıp tadından ibaret kaldı ki bu dımdızlak haliyle istenir, arzu edilir bir yanı yoktu. Konu hiç cebelleşmeden, geri dönüşler yaşamadan ve (herhalde) geri dönüşsüzce kapandı.

*

Hiç bilmeden, bilimle desteklenen bir olguya dayanmışım meğer. Madde ve davranış bağımlılıkları konusunda uzmanlaşan bir psikiyatrist ve sinirbilim araştırmacısı, üstelik deneyimli bir maditatör olan Judson Brewer’ın Unwinding Anxiety kitabı (Kaygı Döngüsünü Kırmak adıyla çevrilmiş  https://www.kitapyurdu.com/kitap/kaygi-dongusunu-kirmak-/594487.html&filter_name=Judson+brewer ) sunduğu onaylanmayla da taşları yerine oturttu ve sigarayla yaşadığımın herhangi bir işlevsiz davranış döngüsünde de kullanılabileceğini, bunu nasıl yapabileceğimi gösterdi.

*

Bağımlısı olduğumuz ister yemek ister madde isterse alışveriş ve kaygı gibi bir davranış olsun, alışkanlığın (otomatikleşmenin) oluşumu aynı:

Tetikleyici: Bir durum, ilişki ya da nesne

Davranış: Sigaraya, yemeye, nesneye veya ilişkiye yapışma ya da davranışı (öfke, tahammülsüzlük, kaygı) tekrarlama

Ödül/sonuç: Geçici bir rahatlama veya bir durumun gereğini yerine getirme hissi (kaygıda olduğu gibi).

Tehlikeden (rahatsızlık kaynağından) kaçıp ödüle (güven, rahatlık) yönelen beyin bu mekanizma sayesinde hayatta kalmış. (Bu sırf insan ya da gelişmiş memeliler için değil, tek hücreliler de dahil bütün canlı organizmalar için geçerli.) Arkasında muazzam bir pekişme olan bir işleyiş. Böyle bir gücün karşısında irade, nükleer güce karşı ok-yay gibi kalıyor, dolayısıyla (savaşçı olmayışım sayesinde erkenden öğrendiğim gibi) bel bağlanır bir müttefik değil.

Çünkü bir yandan da en kolayı seçme eğilimiyle donatılmışız.

O halde değişim yaratmada en gerçekçisi de bunları gözeten bir yaklaşım olur. Tıpkı rakibini onun hamlesiyle alt eden aikido’da olduğu gibi.

Dürtüyü yok bilme. Tam tersine, iyice ve bedeninde bil. Entelektüel bilgi değiştirici değil, en iyi durumda aşka getirici. O da az değil ama dürtü gibi azılı bir baskıyla tek başına baş edemez. (Birisine kuru kuru sigarayı bırak, az ye, kaygılanma, çünkü yoksa.. demenin bir yararı görülmüş müdür?)

Ödülü değiştir ve hem dürtü hem de bu yeni ödülün etkilerine, bedensel hislerine farkındalığını aç. Ona her seferinde kulak kesilmek, aşina olduğumuz ödülü “güncelliyor.” Bir alternatife yönelmek de ona Daha Büyük, Daha İyi bir Seçenek sunuyor. (Sağlıklı seçeneği sigara yerine şeker, yemek yerine içki gibi ikamelerden ayırmak önemli: Bir kötü şeyin yerine daha az kötü bir şey koymak asıl sorunu, davranış döngüsünü kırmıyor.)

*

Elbette aceleye getirilmeyecek, anlık bir çözüm, mucize beklenmeyecek (ama punduna gelirse bir anda da olabileceğini kendimden bildiğim) bir adım bu. Adımlardan oluşan bir yaklaşım.

Her şeyden önce, bir şey değiştirmeye kalkmadan gün boyu çevirip durduğun döngüleri “haritalandır.” Hangi noktadan hangisine ne ile gidiyorsun? Tetikleyicin ne, tetiklendiğinde neye sarılıyorsun, bu sana nasıl (ve ne süreli) bir rahatlama sağlıyor?

Döngülerini iyice belirgin kıldıktan sonra hiç kolları sıvamaksızın davranışının bedendeki hislerine odaklan. Açıklamaya, hikayeler kurmaya girişme. Sonuna kadar yaşamaya geçit verdiğin hisse bak. Nerende? Nasıl bir şey? Dokusu neye benziyor? Keskinliği? Acıtıcılığı? Başka bir deyişle dürtü ile onu giderme arasında hiç boşluk bırakmayan otomatik davranışa bir soluk aldır.

Ne'yneden ile karıştırma yanlışına düşme. Neden stresli, kaygılı olduğun, bunun ne kadar anlaşılır, kabul edilir olduğu önemli değil. Tetiklendiğinde ne oluyor? Sadece döngü ve hissini al. Sigaraya mı uzanacaksın, bundan sonra uzan ve yine kulak kesil.

Herhalde verdiği hislere, etkilere dikkatini açıp güncellediğinde işlevsiz bir ödülün nadiren ödüllüğü kalır. Sigara bana giderek daha fazlaya (sağlık, para, ilişkiler) mal oluyorsa, elimde ona çok daha büyük, iyi bir seçenek olduğunda kendime (entelektüel olarak zararını bilmekle kalan yanıma değil, hislerinden kaçmayan yanıma) rağmen devam edebilir miyim?

Konu kısa bir özetle böyle.

Bana kalırsa bu yaklaşıma uzun uzun dalmaya, sunulan yöntemleri, araçları edinmeye döne döne değer.

16 Mart 2023 Perşembe

TABLODAKİ KADIN

Kendini bahar sanan bir kış sonu ne tatlı bir okuma oldu: Tablodaki Kadın, Sanat Tarihinin Kitap Tutkunu Kadınları, Asuman Kafaoğlu-Büke.



Akarak birbirine bağlanan denemelerden oluşan kitap, resim sanatında yüzyıllar boyu kadın ve okumanın temsilindeki değişim üzerine. İncil okuyan iki Meryem’lerin tasvirlerinden başlayıp toplum, kadın ve okumanın geçtiği dönemeçleri kat ederek Edward Hopper ile 20. yüzyıla varıyoruz.

İncil ile sınırlı bir okumadan (kitapların ulaşılabilir olup çeşitlenmesiyle) bedenin olmasa da aklın özgürlüğüne yelken açan, gündelik yaşamın parçası olan, giderek insan varlığının ışıklı gölgeli derinliklerine uzanan okumalarla erkek ve kadın ressamların okuyan kadına bakışı.

Okuduğuna gömülen kadınlarla birlikte yekpare bir odaklanmayla zamanın dışına çıkıyor, ressamdan ressama, dönemden döneme dingin bir keşfe koyuluyoruz.



Kitapta galiba en hoşuma giden, zamandan yana eli açık bu sakin tempo. Bugünün sıkıntı ile gerilim arasında daldan dala atlayan sakatlanmış dikkatine ne kadar iyi geliyor. Birçok tablodaki kadın gibi divana uzandım, yazarla birlikte işaret ettiği ayrıntılara, inceliklere eğildim. Resimlere daldım, düşündüm, durup hissettim, bitirirken günümüzden çıktım.

Elindeki tablet, telefondan okuyan kadınlar nasıl resmedilirdi acaba? Zamanın iki yakası bir araya gelse sözgelimi Felemenk ressamlar ya da izlenimciler tarafından?

Tablodaki Kadın, kazandıklarımız kadar, tuzla buz olmuş dikkatimizle hızla kaybetmekte olduğumuz şeyi de hatırlattığında yüzüme yayılan tebessüm buruklaşmıyor değil.

 

7 Mart 2023 Salı

YOĞUN BİR UYANMA ANI

Canlılığı nereye uyandığımı bulandıran bir rüyadan gözlerimi açtım. Artık rüya halinde olmadığımın farkındaydım ama o kadar. Gördüklerimden flaşlar çakan kafamda “Asıl Gerçek!” bu geride bıraktığımdı. Gündelik gerçekliğin gücüne uzun boylu dayanamadı inadı ve geride tadının yoğunluğundan başka bir şey bırakmadı ama bana gerçeklik algısına inancımız üzerine söyleyeceğini söyledi.

Hissettiğim gibi o rüya/rüyadaki miydim ben?

O halde neye dayanarak uyanıkken olduğum şeye inanayım?

Ben sandığım, uykuda-uyanık, birbiriyle tutarlı olmayan bir haller geçidi olmasın?

*

Bir arkadaşım okul gazetesine yazdıklarımı bulup çıkarmış. Kendi sesinin kaydını (ay ne çirkin bir şey bu!) mahcubiyetle dinlemek gibi oldu. 14 yaşında bir “dimağ”ın (Huxley hayranıydım ve “bilinç” böyle çevriliyordu) yarım yüzyıl sonra insana haddini bilmez bir çok bilmişlik gelen güveniyle döktürdükleri. Bir yandan, acaba hâlâ mı öyleyim şüphesi belirmiyor değil ama onun hissine geri dönebildiğimde bunun hayatı alabildiğine ciddiye alan tutkulu bir kafa olduğunu görüyorum. O vakit de acaba hâlâ mı öyleyim sorusu şüpheye değil, dileğe dönüşüyor. Arkadaşları yaşlarından beklenen eğlencelerine, o ise Huxley’yine dalan kafa.

Yazılardan birini bir münazara üzerine yazmışım. Münazaraları o zaman da severdim. Hiçbir ayak bağı sadakat duymadan bir düşüncenin tam karşısına geçerek onu deminki güç ve “inanç” ile savunabilmek yalnızca iyi bir düşünce egzersizi değil. Hayatta da yaptığım şey.

Astrolojiye harita çıkarmayı öğrenecek, Jung’un derinlik psikolojisiyle harmanlayacak kadar yoğunlaşacak bir ilgi, hayatı onunla açıklayabileceğime yekpare bir inanç duyduktan sonra aynı şevkle septiklerin tarafına geçip eleştirel düşüncenin ilkelerine kollarımı sıvayışım. Onun da kıt, künt, kör yanlarını seçmeye başlayışım. Hayat ve gerçeklik yorumlarımı elimde Occam’ın Usturasıyla Gotik bir taş ustasının keskisinin birbirini izlemesiyle tıraşlayışım.

Bunlar hep içten içe hiçbirinin “asıl” ya da “suret” olmadığını, birer haller geçidi olduğumuzu sezdiğimi göstermesin?

Öyleyse belki üslupta bir incelme bir yana, o 14 yaşındakinden pek de uzağa düşmemişimdir.




 

6 Mart 2023 Pazartesi

HEYBEME BİRAZ DAHA LİKYA: SDYMA, KADYANDA

Fethiye’de ebedi öğrenci arkadaşlarımdan birinin misafiriyim, Pınar’ın. Ön Asya arkeolojisi alanında master yaptıktan on yıllar sonra dal değiştirerek Kadyanda nekropolü konulu doktora tezini tamamlamak üzere. (“Hiç büyük konuşmayacaksın! Mezar kazıcı klişesine gülüp geçerken bunca yıl sonra gerçekten mezar kazıcı olup çıktım işte.”)

Bugün, geldiğim yönde bir 60-70 km geri gideceğiz. Likya artık Pınar’dan sorulur. Bana tez konun ile biraz daha antik kent gösterir misin demiştim. Ama ilk durak, zeytin bahçeleri. Pınar köklü bir yerel aileden. Topraktan aldığını çevresine türlü biçimlerde vermeyi bilenlerden.

Yünü paçalarında, kırkılmış koyunlar gibi duran ağaçlar yeni budanmış, uzaklarda karlı zirveler, çevre tarlalarda kış iskeletinde yalnız ağaçlar, hava mis gibi, toprak yumuşak. Köy evinde babamı andım. Ne mutlu olurdu burada. Tefekkürüyle baş başa, sadece o.




Gelirken gözüm de aklım da kar kaplı dağlarda kalmıştı. Şimdi direksiyonda Pınar, uzanıp uzanıp meyve toplar gibi fotoğraflarını çekiyorum. Hafif pus yamaçları silikleştiriyor, zirveleri göğe çıkar değil, gökten inme gösteriyor.

Sen de mi yönsüzmüşün Pınar?! Yönden yana ne bahtsızmışım. Sdyma’ya gideceğiz de nerelerden sapacağımızı bilirsek. Dağın başında, kazısı yapılmamış, anca meraklısının uğrayacağı bir yer. Tabelası yok.



Sora ede tırmanmaya başladık. Yol tepeler arasında aşağılarda kalan vadinin etrafını dolanıyordu. Yamaçlar çam, maki ile yemyeşil. Daracık bir köyü de geçtik. Gidecek yer kalmadığında varmıştık. Sur gibi görünen taş bloklar ve sağda solda, tarla-bahçe içinde beliren lahitler, mezar odaları Sdyma’nın şimdi koyun koyuna olduğu yoksul köyden çok daha geniş bir alana yayıldığını anlatıyor. Köy pek fukara, derme çatma ama beton değil, tahtadan. Bizi pek de yadırgamadıklarına göre Sdyma hepten de ziyaretçisiz değildi. Sırtlarında çırpı denkleri, güleryüzlü dişsiz kadınlar yol tarif etti. “Şurdan aşağı, dereboyuna inin, koca palamudun ordan dönün, görürsünüz” (palamudu çıplak halinden geçtim, yapraklıyken tanırmışız gibi). Eklemeyi unutmadılar: “Dönüşte gelin, çay içelim.”



Yanından geçtiğimiz koca ağaç palamut idiyse dereboyu taşlık yatağıyla adımlarımıza dikkat etmemiz gereken darlıktaydı. Ama gel de sadece bastığın yere bak! Başka bir dişsiz kadının bahçe duvarında antik kentten taşlar seçilen yoksul evini de geride bıraktığımızda çiçeklenmiş toprak ve ekin tarlalarıyla dağlarda doğanın ortasındaydık. Çepeçevre de ağaçlar kadar çok mezar! Odası, anıtı, lahdi. Pınar sürgülü taş kapıları anlattı. Tek kişilik ya da aile değil, kuşaklar boyu kullanılmaya göre yapıldıklarını. Çeşitli gömü geleneğinden söz ederken baharın kamçıladığı hayatla kuşatılmak, iki hal arasında abarttığımız bir zıtlık bulunmadığını vaaz ediyordu.



İnerken daha az duraksadık. Pınar’ı olmadık yerelere sapmaktan alıkoyanın ben olduğuma gel de inan!

Öğle yemeği için düşündüğü yere kadar (“40 km filan. Ev yemekleri de var”) dayanamayacak kadar açtık, ana yolda az ileride sık uğradıkları başka bir lokantaya kendimizi attık. Şamatacı kurbağalarıyla bir kanal boyundaki et lokantası. Karmakarışık salata ile mangalcığında tandır bir Likya şöleni oldu.

Üzümlü’den (“Şimdi pek revaçta. Yabancısı, yerlisi buradan yer almaya bakıyor”) saptık. Ormanların içinden denizden 970 metreye tırmandık. Orman, sitelerle kemirilmeye başlamış.



Akşam okuduğumuz tezinin içindeydik. Kadyanda’nın nekropolü şimdiki girişten başlayıp sur içi, dışı, akropol, etekleri, dört bir yana yayılmış. Nüfusla oranlarsak bugünün sitelerine yakın yoğunlukta diyeceğim ama ölülerinki göze diken gibi batmıyor. Tonoz, üçgen çatıları, taş işçiliği, bezemeleri ile anıtsal olanları bile doğa örtüsüyle çok daha uyumlu.




Pınar epey ter dökmüş burada. Onlarca mezarı numaralandırmış, haritaya işlemiş. Tezini tipolojileri üzerine yazıp ilerideki kazılara zemin sunmuş. Arkeologların meşakkatli gündelik yaşamlarını ondan dinlemek zevkli. (Her arkeoloğa günlük yayımlatmalı. Yerel halk, bilim-akademi çevreleri, tarih ve bugün, yerine göre komandoluğa varan bir iş günüyle en sıradan bir kazıda bile kazılıp çıkarılacak ne hikaye vardır.)

*

Ertesi gün Şövalye Adasına gitmek istedim. Çocukluğundan beri yazları geçirdikleri ufak ada (Sedef Adasını hatırladım) 3-5 tanıdık ailenin sayfiye eviyle özel bir ada gibiymiş. Tarihi kalıntıların arası gür bitki örtüsü kaplı. Sabahtan akşama gönlünce oynamaya salınan çocukların cenneti! Sonra ölenler, el (ve zevk) değiştiren mülk, “daha”ya doymayan gözler, sıklaşıp yükselirken paralı bir sakilliğe bürünen yapılar -bildik hikaye. Ama hâlâ araç yok, yeşili var. Soluğu yazları karadakinden de nemli, sıcak olsa da hep güzel, yazık.






Akşamüzeri annesi Yonca teyzeyle birlikteydik. O, Cevat Şakir’le büyümüş bir Bodrumlu. Görüp geçirdiklerinin zenginliği bir yana, zekayla vicdanın el ele ilerlediği nadir kişiliklerden. Buna şimdinin aktivizm dedikleri, çevresinde hayatı iyiye doğru değiştirme azmi de eklenince karşımda ağzı açık dinlediğim biri oturuyor.



Beni koyun karşı tarafına, limanın direkler ormanı arası ve üstlerinden tepelere tırmanan apartman çöllerine bakan Aşıklar Tepesine götürdüler. Kulağında kulaklık, dokuzuncu battal torbasını da topladığı çöple doldurmak üzere olan genç kadını izniyle fotoğrafladılar. Karavanla gelmiş ailesine sordular. “Hem Rus hem Ukraynalı” imişler. Fotolar yerel gazeteye gidecekti. Bir umut, yaprak kımıldatacak bir ibretlik olmaya.

Kordon boyunda yer ayırttıkları lokantaya indik. Bu Likya turunun son akşam yemeği olarak kıraça yemeğe. Etli butlu, ufak, buralarda çıkan bir balık. Damağımda kalan bütün tat gibi lezizdi. Zengin.

*

Fotolar için:  https://photos.app.goo.gl/q3D8mqyosziBtc9g8

5 Mart 2023 Pazar

XANTHOS-LETOON ÜZERİNDEN FETHİYE

Sabah sıcak su almaya indiğimde arabamı takıldığı yerden kurtaranlardan bir genç adamla karşılaştım. Havanın iyiliğinden söz ederken (“Kış lastikleriyle geldim!”) Biz de yabancısıyız buranın, dedi. “Antep’ten geldik. Depremzedeyiz.”

Küçük otelin sahibi amca oğluymuş, iki odasını onlara açmış. Mal kayıpları varmış ama küçük çocuklarıyla ailesine bir şey olmamış.

“Yanımızdaki bina çöktü. 9 kişi altında kaldı. Suriyeli bir aile ama insan sonuçta. Çok üzüldük.”

İyi bakışlı, mazlum bir genç.

Bir deprem bölgesinden şimdilik uyuklayan diğerine, başına tarihte azılı depremler, tsunami, savaşlardan yana gelmedik kalmamış Likya’ya. Hukuk sisteminden kurup sürdürebildiği, AB vs’ye taş çıkaran birliğe, kıyı denizciliğinden ekonomisine hayatı afetler, insani felaketlerle biçimlenen diyara.

Balkonda oturmuş, kaypak zemin ve diri fay hatları artık kahinlerle yaşlıların tekelinde tecrübeye dayalı bilgi ve sezgi değil, bilim konusu doğal yapıyı düşünüyorum. Karşımda, şimdi olsa o gence kaçıp geldiği felaketi yeniden yaşatacak çürük, çirkin bir yapılaşma.

Biz olsa olsa başımıza gelenle bir şekilde baş etmeyi öğreniyoruz. Onu bir daha yaşanmayacağı peklikte bir yaşam zemini inşa etmede kullanmaya gelince, Likyalılardan bir arpa boyu ilerleyip ilerlemediğimiz konusunda kuşkuluyum. Soyadıyla da Truva Savaşlarının görmek ama kulak verilmemekle lanetlenen kahini Kassandra’yı çağrıştıran Naci Görür’ler uyarmak için haykıradursun, fay hatlarının aldatıcı uykusuna yatmış bir ülke.

*

Bugün Fethiye’ye kadar iki durağım var. İlki Xanthos. Ama önce Kalkan’a burnumu bir uzattım. Otuz yıl gerilerden bir iz kalmış mı diye safça bakmaya. Parke taşlı daracık bir sokak boyu iki katlı, avlulu, ahşap, taş evlerde dükkan ve pansiyonlarla ufak tefek, derli toplu, sevimli bir yer. Elbette hayır! Ta kıyıya inmiş apartmanlar altı BİM’ler, ŞOK’lar, kıytırık lokanta ile yeni düzenlemesi dev afişlerle duyurulan liman inşaatına uzanıp nasıl kaçacağımı bilemedim. Kemirdikleri yamaçlar boyu uyuz yarası gibi yayılan 4-5 katlı binalara dışarıdan bakmak başka, aralarına dalmak başka.



Xanthos’ta oyuncu bir yavru köpek beni gezdirdi. Seralar denizine tepeden bakan tiyatro ve bitişiğindeki o tuhaf Harpy’ler anıtı (kule biçimli kaidesinde kabartmalı mezar odası), lahitler ve çift dilli kitabe arasında yeşili avaz avaz otlarla kaplı arazide kazı çukurlarına yuvarlanmamaya bakarak bir ben onu izledim, bir o beni.




Pers işgalinde kadınlarını, çoluk çocuk ve yaşlılarını kaleye kapatıp diri diri yaktıktan sonra savaşarak ölen mağrur er kişilerin yazdığı kahramanlık tarihini elime alıp türlü ışığa tuttuğum Xanthos. Ve kim bilir kaçıncı kez sorduğum soru: Kahramanlık mı, hayat mı?



GPS’ten şüpheye düştüğüm, daracık tabelasız yollardan sonunda ulaşabildiğim Letoon’u da ilk kez görüyorum. En iyi durumda kalan Hellenistik tiyatro buradaymış. Oturma alanı en üst sırasına kadar ayakta. Bir köşesindeki, yaprak örtüsü Afro bir kafayı andıran ağaç, artık asıl rejisör. Ucu su altındaki sütunlu geçitte kurbağalar korosunu dinledim. Apollo Tapınağı kadrajımda sit alanının burun dibindeki derme çatma köy eviyle çitin bu yanında bir başıma, uzaktan gelen horoz, eşek seslerini koroya kattım.





Erken Hıristiyanlık döneminden bir de kilise ile manastırı varmış. Ilıman iklim ve tanrısal bir coğrafya; depremlerle savaşlar dışında huzur esinleyen bir yer olmalıydı.

Ve de ver elini Fethiye.


(Sonuncu yarın)

4 Mart 2023 Cumartesi

ÇAYAĞZI – ANDRİAKE - DEMRE

Demre hedefiyle koyulduğum -benim için yeni- yol hayli tenhaydı. Eskiye göre dümdüz, gidiş-geliş ama rampalarda üç şerit ve güzel bir güzergah. Bakir tepeler, vadilerden bir içeri, bir kıyıya uzanıyor. Bolca seyir cebi yapmışlar. Çok geçmeden bunları gördüm mü durmaya değdiğini anladım. Çayağzı (imiş, bilmiyordum) keşfim de öyle oldu. Onlarca metre yukarıdan sulak bir delta, kumsal ve bakıma alınan ahşap teknelerle bir dere boyu. İndiğimde buranın sadece isminden tanıdığım Andriake olduğunu öğrendim. Karinası havada olduğunda alışılmadık iriliğiyle neredeyse ürkütücü gelen rengarenk teknenin tersanesi çok hoştu. Kumsal burada da caretta’lara aitmiş. Gürültü ve müziğin yasak olduğunu bildiren tabelayla girdim. İleriler sazlık, derenin öbür yanında göletlerle bir kuş uğrağı. Geri dönüp Likya Medeniyetleri Müzesine fazla bir şey beklemeden saptım ve fena (aslında çok iyi) halde şaşırdım! Eski bir tahıl ambarının taş binasından dönüştürülen müzeye Andriake kazı alanının içinden geçilerek ulaşılıyor. Kalıntılar zeytin ağaçları ve türlü yer bitkisiyle (bahar çiçekleri olanca cümbüşünü katmaya hazır) hareketli bir zemine serpiştirilmiş. Likya kentinin taşı toprağından kalanlar Çayağzı ve sulak alana harika bir önplan veriyor. Müze de çok başarılı. Birbirine açılan galeriler boyu iyi sınıflandırılmış dokümantasyon ile sergilenen (fazla olmasa da epey fikir veren) buluntular. Dolaşması gerçekten zevkli bir yermiş Andriake. Bir seyir cebi sayesinde karşıma çıktı, ne iyi.








Demre de kocaman bir şehir olmuş. Ben yollardayken seralıktı. (Had bilmez yönsüzlüğümle tur otobüsünü burada iki sera arası kenarları hendekli dar bir toprak yola güya kestirme için sokup sıkıştırmıştım da bütün uyarılarına rağmen beni dinleyen şoför Apo bayıldığım işlevsel lanetini savurmuştu: “Babanın düşmanları ölsün e mi!”) Ama seralar şimdi düzlüğün yarısına yayılıyor. Kişiliksiz binalar her yerdekiyle aynı olsa da cadde, sokaklar alışılmadık ölçüde geniş. Noel Baba kilisesinin önüne devasa bir meydan yapmışlar. (Meydandan çok iri gövdesiyle ne yapacağını bilemeyen utangaç bir obez gibi duruyor. Sunduğu alandan ziyade anlamsız bir boşluk.)



Onarımdaki kilise matkap-testere patırtısıyla sevimsizdi. Apsisi yarı kordon altına almışlar -akustiğin hâlâ ne kadar iyi olduğunu gösterme bahanesiyle sesimi burada salardım.



Myra, kaya mezarlarıyla bende görsel damgasını bırakmış yerlerden. On bin kişilik muazzam tiyatrosunun hemen arkasındaki dik kaya duvarlarda ölülerle alt alta üst üste yaşayanların komedi ve trajedilerine kör gözlerini diken mezarlar.



Kaveada Ruslar fink atıyordu, burada da. Ne için gelmişler, ne yaparlar, ne yer ne içerler? Hangi ülkeden ağırlıklı turist gelirse onun dilini (ben işi bırakırken Japoncaydı) sular seller gibi konuşan rehberler küçük özel gruplara Rusça şakıyor.



İkindi yemeğini Since 1988 levhalı, obez bir ailenin işlettiği İpek Restoranda yedim. Kalın beyaz tabakların arkası kirli, kenarları kırık ama yiyip içtiğim en sıcak çorba, pide ve çay gayet lezizdi.



Dönüşte Kaş’ta çöktüğüm pastaneden akşam için bir peynirli açma, yanına portakal ve kefir alıp otelin uzaklardan inşaat gürültülü cennetsi akşamüzeri manzarasına çekildim.

*

Fotolar için: https://photos.app.goo.gl/revShjwXR7NGGsRo7


(Arkası yarın)

3 Mart 2023 Cuma

KAŞ

Birkaç engel, derken otel parasını depremlerden önce ödedim diye çıktığım bir gezi oldu bu. Her zamanki heyecandan uzak, donukça bir iç ile.

Olsun, sen yola koyul, gerisi gelir. Yolculuk ne vakit iyi gelmedi, seni onarıp yakıt ikmali olmadı ki?

Yol kenarında tek tük baharlar, hava açıp kaparken Muğla’ya tırmandım, Sakar Geçidinden aşağı saldım. Köşeyi dönüp Akdeniz’e indiğim an hava ısındı. Daha Mart başlamadan 25 derecelere varacağı öngörülüyor. Bagaja ne olur ne olmaz diye attıklarım arasında parmaksız eldivenler, polar başlık, kalın ceket de var, oysa denize girene mayolukmuş.



Fethiye’den sonrası 30 küsur yıldır görmediğim yerler. Patara, Kaş, Demre.. İlk rehberlik turum buralaraydı. Şaşkınlığı, ürkekliği hâlâ rüyalarıma giriyor. Acemiliğin kokusunu alıp üzerime gelenler, merhametiyle bana kol kanat gerenler. Tam bir kabustu. Finike’ye geldiğimizde daha fazla gerilemeyecek bir hale gelip salmıştım. Ya herru ya merru deyip rahatladım. Bu sihirli geçişi de unutmadım. O katılıp kalan çaylağın yerini etrafla ilişki kuran, topluluğu çarkında kil gibi biçimlendirmeyi öğrenmekten zevk alan yumuşak, esnek biri aldı. Fiyaskoyla başlayan tur alnımın akıyla bittiğinde neden bu iş soğuk suya atlayarak öğrenilir dediklerini anlamıştım.



Patara’nın kumulları, denizde biten çöl çağrışımıyla beni iyiden iyiye etkilerdi. Pek azı toprak üstünde ve ayakta olan kalıntıların etrafında hiçbir şey olmaması bu vahşi havayı derinleştirirdi. Antik kentten epey bir kısım ortaya çıkarılıp ayağa kaldırılmış. Artık yemyeşil bitek alanlar ve sulak arazi arasındaki düzlüğe serpiştirilmiş kalıntılara, girişin heybetli taçkapısına burada da tepelerden bakan sıkışık siteler, ruhsuz apartmanlar kalabalığı. Eskisi yenisi, yapılardan kurtulmak istiyorsan kumullardan aşağısı kilometrelerce uzanan enli kumsal, caretta’ların yeri (akşam 8 ile sabah 8 arası kıyıya inilmemesi, buranın onlara bırakılması uyarısı var). Havaya rağmen henüz kış ama etrafta epey insan. Savaşları bir yılı dolduran Ruslar (küçük çocuklu aileler) her yerde. Tek tük Ukrayna plakası da görülüyor.




Xanthos ile Letoon’u Fethiye yoluna bırakıp Kaş’a devam ettim. Gök Patara’dan beri kartpostal mavisiydi. Akdeniz onun dipsiz koyusu, hareketli konturlarını depremlere borçlu olduğumuzu içim ürpererek hatırladığım koylar, adacıklar, cepler ile kıyı. Yolun hemen arkasından yükselen dağlar, tepeleri yalçın, etekleri yeşil. Derken Kalkan! Beton kalabalığı, şekilsiz, çirkin.




Akşamüzeri Kaş. Bulduğum yer merkeze 4 km uzakta, yarımadanın uçlarında. Varışım epey şaşalı oldu. Geri geri giderken dar bir merdiven aralığında asılı kaldım. Çekici gerekecek diye içeri girdim. Sahip de dahil 4-5 erkek çıktı, hasar yok, altını destekler, biraz kaldırırsak kurtulur deyip hallettiler. Yorumlarda övülen kahvaltıları kışın yokmuş ama karşılama bunu telafi etti. Etraf kalabalık değil, onun yerine oradan buradan kaçınılmaz tadilat ve inşaat sesleri geliyordu ama aşağı, yerleşime inip döndüğümde kesilmişti. Denizden kıpkızıl batan güneş, mavi üzerine mavilerle alacakaranlık, derken geceyle birlikte mutlak sessizlik indi.




Kaş’ın ilk halinden, çekirdeğinden kalan eski ufak, ahşap ve taş evlerin parke taşlı dar sokakları, deniz kenarında açıldıkları anıtsal çınarlı geniş meydan ne kadar güzel. Baş sokmalık değil, yaşamalık, ruhunu senden alıp sana veren mekanlar. Eski, hakiki kısmı kuşatan alüminyum parmaklıklı, mavi-gri camlı, yaşanıp yaşatılacak değil, baş sokulacak, memleketin herhangi bir yerindekilerle değiş tokuş edilse hiçbir şey fark etmeyecek yığıntılar.




Burada da Ruslar. Lokantaların, kafe, barların dışarıdaki masalarına oturup akşam güneşinin tadını çıkaranlar. Depremler ve savaş birden ne kadar uzak.



(Arkası yarın)