Laf, yüksek perdeden savrulan olmadık bir
yalandan açılmıştı. Hayır, benim hayret ettiğim, dedi arkadaşım, hâlâ bunlara
inanmaları! Alışılmış küçümsemeyle kast ettiği, iktidara oy verenlerdi.
İşe yaramayacağını bildiğim cevabımı içimden
verdim:
Beni düşündüren insanların neye inandığı değil,
nasıl inandığı, inancın işleyişi.
İnanılan ne olursa olsun, çıktısı şu veya bu
olan aygıt bir.
Bir inanış bana son derece makul, doğal, olması
gerektiği gibi göründüğü an katılaşmaya, sabitleşmeye, başka her şeyi örtüp
bastırmaya (tehdit algılayıp hor görmeye, suçlamaya, aşağılamaya) başlıyor.
Görüş, bakış açısı hakikat bilinmeye.
(Kendimize karşı cascavlak dürüst olsak ilk
göreceğimiz, gerçeğin, doğrunun ta kendisi bildiklerimizin temelinden
başlayarak tamamına yakının koşullanma olduğu olurdu. Dönemin, çevrenin,
ortamın getirdiği, aşıladığı bir dizi koşullanma.)
Daha da beteri, insanın kendisiyle bir
tutulmaya.
Görüşümü sorgulayan beni
sorgular!
İnanışıma dil uzatan bana
küfreder!
Ve ah, o BEN! Doğruluk elbette ondan sorulur,
değer verilen artık her ne ise, hepsi! Akılcılık, aklıselim, uygunluk.
Buradan ya ben ya o, ya biz ya onlara geçiş bir
kıvılcıma bakmıyor mu?
Gıdası ne olursa olsun, böyle işleyen bir Zihin
oldukça inanılanın Tayyip ya da Atatürk, din devleti veya laiklik olması
arasında kendine ve ötekine bakış açısından bir fark var mı?
İnanışın nasıl oluştuğundan başlamadıkça
herhangi bir anlaşma umudu?
Neye inandığımızı bir yana bırakıp temel
korkularımıza, endişelerimize eğilsek ortaklaşabilecek çözümler biraz daha az
uzak olmaz mıydı?