23 Haziran 2019 Pazar

BEN AN BİRİKTİRİRİM


Komşunun yaşlı köpeği ya önümüzde ya arkamızda, Hidiv Kasrı parkının coşkun yeşil, nemli kuytuluğuna daldık. Ara ara irili ufaklı pullar gibi görünen Boğaz ile şimdiden sıcak ama nasıl şifalı bir buhar banyosu!

Bu bana tadilat haftası boyunca yeter dedim Bahar’a. “Yok artık!” dedi.

Gerçekten yeter, dedim. Ben an biriktiririm. Algılarımı fayrap edip hemhal olduğum anları hafızanın olumsuzluklardan, yara bere izlerinden uzak, temiz, boş bir köşesine havale ederim. Aydınlıktır bu köşe, erişilebilir ama çamurlu pabuçlarla dalamazsın. İçini kalabalıktan, karmaşadan boşaltarak girmen gerekir, tıpkı bu anları yaşadığın zamanlardaki gibi yalın ve alıcı.

O zaman olur. Kitaplıktan kitap, diskotekten müzik seçer gibi birini seçer, önüme getirir, içine dalarım.



Grand Canyon’da bir gündoğumu.

Çölde yürüyüş.

Toprak tepeyi tırmanıp tırmanıp Aphrodisias stadyumuyla göz göze geliş.

Bedenimi kibrit çöpü gibi alıp koyun öbür ucuna sürükleyen Hint Okyanusu.

Sekoya ormanları, çay tarlaları, kızıl vadiler.

İnişler, çıkışlar, süzülüşler.

İzleyen ile izlenenin bir olduğu anlar.

Uzak yerlere yolculuklar bile düşük maliyetli sayılır bende.

Yeniden yeniden hissedilerek bütün bir ömre yeterler.

9 Haziran 2019 Pazar

DEKOR SÖKÜLÜRKEN


Ana, baba, eş, dost, kardeş, ilişkiler onlara çizdiğimiz kalıplar içinde kalmıyor. İç-dış, koşullar, dinamikler değiştikçe onlar da değişiyor. Yakınlık, sıcaklık, güven, besleyicilik, canlandırıcılık, ilgi, ölgünleştiricilik.. nitelikler değişiyor.

Tanrı kelamı gibi taşa nakşolsun istediğimiz sabitler arkasından baktıkça, “olması-olmaması gerek”lerimiz bunlara hiç aldırmayan (çünkü yaşayan, değişen) Olan’ı örtüyor, onunla çelişiyor, çatışıyor, onu anlaşılmaz, içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bir kıyaslama, sıkıntı ve ıstırap konusuna dönüştürüyor. Yetersizlik, aldatılmışlık hislerine yol veriyor.

Yaşadıkça bakış değişiyor ve yalnızca yaşanmakta olanı değil, bugünden bakışla geçmişi de dönüşüme uğratıyor.

Yaşadıkça vurgular değişiyor. Özellikler ve kusurlar yer değiştiriyor.

Bir halden diğerine geçiş, dekoru değişen bir tiyatro sahnesi gibi. Sağlam, göründüğü-sandığın gibi, kalıcı olduğu hissi vermiş elemanlar sökülüp sırtlandıkları gibi çıkarılırken bir de bakıyorsun, hâlâ ortadaki koltukta oturmaktasın. O, turuncusu meğer ne çok göze batmış aynı koltukta. Kalk, bırak onu da taşısınlar, çık sahneden.

***
Çağrışım eski bir videodan.


https://www.youtube.com/watch?v=VV1XWJN3nJo

8 Haziran 2019 Cumartesi

KORKU ÜZERİNE


Krishnamurti’den.

Korku nedir? Korku kendi başına varolamaz. Bir soyutlama değildir. Soyutlama ancak kişi korkudan kaçıp bir fikre, bir kavrama, belirli faaliyetlere sığındığında varlık bulur. Diyelim birisi korkmakta, zihniyse bununla yüzleşme yetisinden yoksun, kaçmaya bakıyor. O zaman bu kaçıştan, korku olgusundan kaçıştan doğan herhangi bir düşünce, herhangi bir faaliyet bir soyutlamaya, çelişki dolu bir yaşama yol açar. Çelişki dolu bir yaşamsa daha da çok korku, daha da çok çatışma ve varoluşun tüm o karmaşıklığını getirir. Onun için korkuyu anlamanız gerek, çünkü korku yanılsamaları doğurur, korku zihni durağanlaştırır. Çeşitli nedenlerden ötürü korktuğunuzda zihninizin nasıl da mutlak olarak geri çekildiğini, kendini soyutladığını ve anında kendini bu durumdan çıkaracak birilerini aranmaya koyulduğunu bilmiyorum fark etmemiş misinizdir; zihninizin çeşitli faaliyetler, yalanlar, bu olguyla yüzleşmek dışında her biçimde etkinlikle çevresine nasıl bir duvar ördüğünü.

Onun için bu akşam bu olguyla, konuşanın korkusu değil, sizin korkunuzla yüzleşeceğiz. Kişi korkuyu nasıl anlamalı? Korkunun anlaşılması ondan özgürleşmek demek, bunu ele alacağız. Bir yolculuğa çıkacağız, adına korku dediğimiz şeyle iletişim kuracağız birlikte. Çünkü kişinin korkunun anlaşılmasının taşıdığı önemi görmesi gerekiyor. Onu anlamak bir ihtiyaç, zorunluluk. Korkuyla yaşayan bir zihin ölü bir zihindir, kör bir zihindir. Açıkça, doğrudan bakamayan, göremeyen, işitemeyen bir zihindir. Onun için insanın diğerleriyle, toplumla, her şeyle ilişkisini anlamak ve korkudan kısmen değil, bir parça değil, çeşitli durumlarda da değil, tümden özgür olmak çok önemli. Ben bunun mümkün olduğunu söylüyorum, şimdi buna gireceğiz. Korkunun bir soyutlama olmadığını, kaçabileceğiniz bir şey olmadığını söylemiştik; korku orada. İster bir gün kaçın ister bir yıl, şu ya da bu kadar süre, nerede olursanız olun sizi yakalar ve peşinizden gelir. Gözlerinizi ondan çevirebilirsiniz ama oradadır.

Korku ancak başka bir şeyle ilişkili olarak varolabilir. İnsanların benim için ne düşüneceğinden korkarım, karımdan korkarım, patronumdan korkarım, işimi kaybetmekten korkarım, ölümden korkarım, acıdan korkarım. Sağlıklı değilimdir, sağlıklı olmak ister, yeniden hastalanmaktan korkarım. Korkarım, çünkü yalnızımdır. Korkarım, çünkü kimse sevmez beni, sıcak duygular beslemez bana. Korkarım, çünkü birisi olmam gerekiyordur. Korkunun bilinçli ya da bilinçsiz pek çok biçimi vardır. Eğer farkındaysanız, dar anlamda değil, kapsamlı bir biçimde farkındaysanız açıkta olan korkuları görebilirsiniz: İşini kaybetme korkusu, bu nedenle de bütün sıkıntısını, hakaretlerini, insanlık dışı davranışlarını sineye çekerek üstünüze yaltaklanmak. Kendini gerçekleştirememe korkusu. Birisi olamama korkusu. Hataya düşme korkusu. Böylece sayısız korkumuz vardır ve bilinçli olarak onları kolayca tanıyabiliriz. Eğer yarım saati bilinçle, dikkatle korkularınızın en azından dışsal olanlarını bulup çıkarmaya ayırırsanız onları kolaylıkla durdurabilirsiniz. Derinliklerinizde yer etmiş, çok daha önemli olan ve uyuduğunuzda rüyalarınız haline gelen, vb. bilinçdışı korkuları bulup çıkarmaksa çok daha güçtür. Bu konuya burada girmeyeceğim.

Hasılı insan korkularını anlamalıdır. Korku pek çok biçim alabilir: İnsanların benim için ne düşüneceğinden korkarım, hastalanmaktan korkarım, karımı kaybetmekten korkarım, birisi olamamaktan korkarım. Yalnız olmaktan korkarım –sözcüğün ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Hiç yalnız oldunuz, yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu hissettiniz mi? Herhalde hayır, çünkü etrafınızda aileniz var, durmadan işinizi düşünüyor, bir kitap okuyor, radyo dinliyor, gazetelerin sonu gelmez dedikodularına kulak veriyorsunuz. Onun için de bütünüyle soyutlanmış olmanın o tuhaf hissini muhtemelen hiç yaşamadınız. Arada bir şöyle bir dokunup geçmesini yaşamış olabilirsiniz belki ama herhalde onunla hiç, acı, açlık, seksle olduğu gibi doğrudan temasınız olmadı. Fakat korkunun nedeni olan o yalnızlığı anlamazsanız, korkuyu da anlamayacak ve ondan özgürleşemeyeceksiniz.

Korku kendini çeşitli biçimlerde dışa vurabilir ama tek bir korku vardır. Korku korkudur; kendini nasıl gösterdiği, varlığından hangi aracılar yoluyla haberdar olduğunuz değil. İnsanların hakkımda ne düşündüğünden, ölümden, işimi kaybetmekten, daha binlerce şeyden korkabilirim ama korku aynı korkudur. (…)

Korku hayvanın özüdür. Korkuyu anlamak için de insan ona doğrudan -yani sözler araya girmeksizin- temas etmek zorundadır. Lütfen korkunuzu elinize alın. Bir şeyden korkuyorsunuz. Karınızdan belki, kocanızdan, çocuklarınızdan. Alın korkunuzu elinize, bakın, açın, çıkarın ortaya. Bastırmayın, kabul etmeyin, inkar etmeyin, tutun, bakın. Ona bakmak tümüyle farkında bir zihin ister, belirsiz, bulanık bir zihin değil. Çünkü korkuya baktığınızda ya onunla dolaysız bir temasa geçersiniz ya da soluğu insanların yaptığı gibi tımarhanede alırsınız veya onunla ne yapacağınızı bilirsiniz. Doğrudan temasa geçmeniz için de şimdi onu doğrudan, soyut bir şekilde değil, sözel de olmadan ele alacağız. Pek çok nedeni olsa da korkunun her zaman korku olduğunu söylemiştik. Korku nesneleri ve bunların sizinle ilişkisi değişebilir ama kendini farklı biçimlerde dışa vursa da korku her zaman aynıdır.

Şimdi, çoğumuz korkuya doğrudan temas etmez. Korkunun kendini herhangi bir biçimde gösterdiği an ondan kaçarız. Ölüm korkusu vardır. Ölümden bugün söz etmeyeceğim, zamanımız olursa başka bir gün değinebiliriz. Ölümden korktuğunuzda bütün psikolojik savunma mekanizmanız bir anda harekete geçer; inançlar icat edersiniz, arkanızı dönüp uzaklaşırsınız, vizyonlar, rüyalar görürsünüz ama bu şeyden kaçınırsınız. Onun için, öncelikle farkına varılması gereken, hangi biçimde olursa olsun kaçışın korkuyu sürdürüp pekiştirmekle kalmadığı, çatışma da yarattığıdır. Bu da zihnin korkuyla doğrudan temasa geçmesine engel olur. Diyelim konuşmacı korkmakta; bir fikri, bir umudu var ve bu fikir, bu umut, bu kaçış, olgudan kaçmakta olduğundan korkunun kendisinden çok daha önemli bir hale gelir. Ve korku değil, ondan kaçış çatışma yaratır. Bir insan bir şeyle sözel olmadan, soyut bir biçimde de değil ve kaçmaksızın, doğrudan temasa geçtiğinde ortada çatışma yoktur; oradadır o insan. Ancak o insanın fikirleri, umutları, görüşleri, her tür savunması varsa çatışma olacaktır onun için. Çatışma da onun korkuyla doğrudan temasa geçmesine engel olur.

Çoğu insanın korkusu vardır ve bir kaçış ağı icat etmişlerdir. Tapınağa giderler, huzursuz, aptal bir zihnin sonu gelmez faaliyetine dalarlar. Pek çok korku, pek çok kaçış icat etmişlerdir, bunun için de çatışmaları artar. Dolayısıyla kişinin bunların farkında olması gerekir. Ama, “Nasıl kaçıyorum?” ya da “Kaçmanın önünü nasıl alacağım?” biçiminde değil. Çünkü korkudan kaçışın her biçiminin yalnızca daha da fazla çatışma yarattığını, bu nedenle de korkuyla doğrudan temas olamadığını ve ancak korkuya doğrudan temas ettiğinizde ondan özgür olduğunuzu entelektüel olarak değil, sözel olarak değil, birinden duyduğunuz bir şey olarak da değil; olgusal olarak, gerçekten, kendiniz için gördüğünüz, anladığınız an, işte o zaman artık kaçmaz olursunuz. O zaman tapınak da, kitap da, lider de, köşebaşındaki guru da, bütün bunlar kaybolur gider. İşte o zaman hırsınız, elde etme arzunuz yoktur.

Korkudan kaçış göz önünde olabilir; radyo, tapınak, faaliyetler aracılığıyla kaçarsınız. Soyutlamalar aracılığıyla da olabilir. Bu durumda dünya korkudan kaçmamıza yardım edebilir. Lütfen dinleyin, göreceksiniz. Korku bir soyutlama, bir sözcük değildir. Ama çoğumuz için sözcük, olgunun yerini almıştır. Anlıyor musunuz? Bir soyutlama olan “korku” sözcüğü, gerçek korku olan olgunun yerini almıştır. Onun için de karşınıza aldığınız olgu değil, soyut sözcük olur. Umarım açıkça ifade edebiliyorum. Onun için korkuyu anlamanız (“anlamanız” derken sözel, entelektüel olarak anlamayı değil, onunla yüzleşmeyi kastediyorum) ve ondan bütünüyle, tüm varlığınızla özgürleşmeniz gerekiyor. Bunu da ancak hiçbir kaçış olmadığında yapabilirsiniz; faaliyet ve uzaklaşmanın bir türü aracılığıyla ya da çoğu insan için gerçek olgunun yerini almış olan sözcük aracılığıyla kaçmadığınızda yapabilirsiniz bunu. Bunu anladığınızda, korkuyla dolaysız bir temasta olursunuz. Bu temasta zaman aralığı yoktur, korktuğunuzda, “Üstesinden geleceğim” ya da “Cesaretimi toplayacağım” demek yoktur –her ikisi de aynı ölçüde aptalcadır bunların. Şiddet dolu olup da şiddetsizliği dillerinden düşürmeyen insanlara benzerler. Gayet budalacadır, çünkü hiçbir geçerliği yoktur. Geçerliği olan şiddettir, bununla da baş edebilirsiniz. Konuşmak, şiddetsizlik üzerine dört bir yanda vaazlar vererek dolanmaksa hipnotik, gerçekdışı bir zihinden ibarettir. Onun için biz olguları ele alıyoruz ve eğer ortada bilinçli ya da bilinçsiz, kaçışın herhangi bir türü varsa “olan” ile baş edemeyiz.

Fiziksel korku vardır. Bir yılan, vahşi bir hayvan gördüğünüzde korkunun içgüdüselce doğduğunu bilirsiniz. Normal, sağlıklı, doğal bir korkudur bu. Korku değil, insanın kendini koruma arzusudur ve normaldir. Kişinin kendini psikolojik olarak korumak istemesi, yani her zaman emin olma arzusu korkuya yol açar. Her zaman emin olmak isteyen bir zihin ölü bir zihindir, çünkü yaşamda kesinlik, süreklilik, kalıcılık diye bir şey yoktur. Karınızla, ailenizle, vb. ilişkinizde kalıcılık, süreklilik oluşturmaya kalkışacak olursanız elinizde kalan kıskançlık ve adına aile denen korkunç şey olacaktır. Korkuyla doğrudan temasa geçtiğinizde sinirleriniz, vb.’nin buna bir karşılığı olur. O durumda, zihin sözcükler ya da herhangi bir faaliyet yoluyla artık kaçmaz olduğunda gözlemleyen ve korku olarak gözlemlenen arasındaki ayrım ortadan kalkar. Sadece kaçan bir zihin kendisini korkudan ayırır. Korkuyla doğrudan temas olduğundaysa ortada bir gözlemci, “Korkuyorum” diyen bir varlık yoktur. Onun için de hayatla, herhangi bir şeyle doğrudan temasta olduğunuzda ayrım yoktur. Rekabete, hırs ve korkuya yol açan da bu ayrımdır.

Dolayısıyla, önemli olan “Korkudan nasıl kurtulunacağı” değildir. Korkudan kurtulmak için bir yol, bir yöntem, bir sistem arıyorsanız daima korkunun tutsağı olacaksınız. Ama eğer korkuyu anlarsanız –bu da tıpkı açlıkla, işinizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunuzda yaptığınız gibi onunla doğrudan temasa geçtiğinizde olabilir ancak- o zaman bir şey yaparsınız, ancak o zaman korkunun tümüyle son bulduğunu göreceksiniz. Demek istediğimiz, korkunun şu ya da bu biçiminin değil, her türlü korkunun son bulduğunu göreceksiniz. Korkudan özgürleşmekten, korkunun anlaşılması ve öğrenilmesinden zeka doğar. Zeka da özgürlüğün özüdür. Herhangi bir çatışma varsa zeka yoktur ortada. Korku olduğu sürece de çatışma kaçınılmaz olacaktır.”

Bilinmeyene Açık Olmak, Korku Sorunu, Güvenlik Diye Bir Şey Var mı? Jiddu Krishnamurti, Sistem Yayıncılık, çeviri bana ait

7 Haziran 2019 Cuma

DİNLEMEK


Krishnamurti’den:

Bir sesi nasıl dinlediğinizi merak ediyorum. Ses, yaşamımızda önemli bir rol oynar. Bir kuşun, gök gürültüsünün, denizin ardı arkası kesilmeyen dalgalarının sesi, büyük bir kentin uğultusu, yapraklar arasındaki fısıldaşma, kahkaha, çığlık, bir sözcük… Bütün bunlar sesin girdiği biçimlerdir ve bunlar yalnızca müzik olarak değil, gündelik bir ses olarak da yaşamımızda olağanüstü bir rol oynar. Kişi çevresindeki sesi, kalabalıkların sesini, o uzak müziği nasıl dinler? Kendi gürültüsüyle mi, yoksa gürültüsüz mü?

Çoğumuz gevezeliğin, fikrin, yargılamanın, değerlendirmenin, isimlendirmenin kendimize özgü gürültüleriyle dinliyor ve asla olguyu dinlemiyoruz. Kendi gevezeliğimizi dinliyor, gerçekte dinlemiyoruz. Bundan ötürü dinlemek, gerçekten dinlemek için zihnin son derece sakin ve sessiz olması gerek. Konuşmacıyı dinlerken kendi içinizdeki söyleşiyi sürdürür, kendi görüşlerinizi, fikirlerinizi ya da vargılarınız, değerlendirmelerini ortaya koyarsanız aslında konuşmacıyı hiç dinlemezsiniz. Yalnızca konuşmacıyı değil, kuşları, gündelik yaşamın gürültüsünü de dinlemek içinse belirli bir dinginlik, belirli bir sessizlik olmalıdır.

Çoğumuz sessiz değil. Kendi içimizde bir konuşma sürdürmekle kalmıyor, sürekli konuşuyor, sonu gelmezcesine konuşuyoruz. Dinlemek için belirli bir alan, boşluk duygusu olmalıdır. Kendi içimizde gevezelik ettiğimizdeyse dinlemeye yer kalmaz. Dinlemek, belirli bir sükunet, sükunetle dinlemek de belirli bir disiplin gerektirir. Çoğumuz için disiplin, kendimize özgü gürültünün, kendi yargımızın, kendi değerlendirmemizin bastırılması demektir. Gevezeliği hiç değilse bir an durdurmak için baskılamaya çalışır, bunu yaparken de konuşmacı ya da kuşu dinlemek için çaba harcarız. Disiplin çoğumuz için bir tür baskılama, belirli bir kalıba uyum sağlamadır. Sesi dinlemek içinse her tür kontrolün, baskılamanın doğal bir biçimde ortadan kalkması gerekir. Dinlemişseniz kendi gürültünüzü, kendi gevezeliğinizi kesip sükunet içinde dinlemeyi olağanüstü zor bulmuş olmalısınız.”

Kendini Bilmek, İlişki Üzerine, Hazzı Öğrenmek, Jiddu Krishnamurti, Sistem Yayıncılık, çeviri bana ait

6 Haziran 2019 Perşembe

SİYANÜRE GEREK YOK


Bazıları için konuşmak-konuşmak, sesim çıkıyor, o halde varım düsturu dersin. Konu, karşıdakinin ilgisi önemsiz. Önemli olan akış, debi. Artık ne taşırsa. Ama ne taşırsa taşısın, bolca ıvır zıvır arasında isterse ilgi çekici şeyler de olsun, uzayıp giden bir monolog ümmüğüme dayanılmaz bir yük olarak gelip çöküyor. Irzıma geçiliyormuş gibisinden bir his. Düdüklü tencerenin arttıkça artan basıncı. Ardından ya uyuşma ya da kabaran bir kızgınlık. Oradan uzaklaşma, durumu sonlandırma ihtiyacı.

Beni öldürmek istiyorsanız kuşluk vakti bir iskemleye bağlayın, karşıma da çok konuşan birini oturtun.

Öğleye kalmaz işim biter.

5 Haziran 2019 Çarşamba

ÇOK TAŞI YERİNE OTURTAN BİR MODEL -III


Peki ne yapacağız da kurgularımızla ördüğümüz ağdan kurtulup Yönetici İşlev ile yaşayacağız?

Model iki ana araç sunuyor. Haritalama ve Köprüleme. Epey kaba bir özetle:

Bedeninizde heyecan yoğunlaşmasını işaret eden düzensiz bir faaliyet artışı duyduğunuzda kağıt kalemi önünüze çekiyor, konu, sorun ne ise ortaya bir oval çizip içine bunu yazıyorsunuz. “Tepemi attırdı!” Ardından 3-4 dakika boyunca hiç ara vermeden, düşünüp sansür etmeden aklınızdan geçenleri ovalin etrafına döküyorsunuz. Bu o andaki algınızın, hislerinizin haritası.

Yazmayı bitirdikten sonra dönüp yazdıklarınızın her birini ele alırken bedeninizde ve zihninizde neler olduğuna bakıyorsunuz.

Zihniniz sakin mi kalabalık mı?

Gerilimi vücudunuzun neresinde, ne şekilde ve şiddette hissediyorsunuz?

Köprüleme

Sonra kağıt kalemi bırakıp dikkatinizi dış seslere veriyorsunuz. Konuşmalar, gürültüler, uğultular, alet vızıltıları, kuş ötüşü, dalgalar, rüzgar, trafik.. Oturduğunuz yerin bedeninize baskısına, tabanlarınızın yere basışına. Diğer algılara. Düşünceler üşüştüğünde nazikçe “kafanızın dışına” dönüyorsunuz.

Böylece yatıştıktan sonra kalemi yeniden alıp dikkatinizi mürekkebin akışına, ucun kağıt üzerinde kayışına vb vererek az önce yazdıklarınızı bir daha ve bedeninizi yoklayarak yazıyorsunuz.

Hislerin şiddetinde bir azalma oluyor mu?

Normalde algıları -dışa- açmak kafanın içinde ivmesi artan akışı, dolayısıyla Özdeşleşme Sistemini kesintiye uğratıyor. Kötü bir rüyadan uyanmak gibi. Bu, hayata daha etraflı, serinkanlı baktığımız, olanaklarımızı/kaynaklarımızı yararlı bir biçimde kullandığımız Yönetici İşleve bir köprü oluyor -tekniğin adı da oradan.

Ancak bazen ömür -hatta kuşaklar- boyu sürmüş bir anlatı öyle bir iki haritalama, köprüleme ile çözülür gibi olmuyor. Bu da kendini bedensel tepkinin azalmayan yoğunluğuyla ortaya koyuyor. O vakit baltayı -adeta tanrı kelamı gibi pekişmiş- bir Gerek!’e vurmuş olabiliyoruz.

Kağıdın ortasına bir oval, içine her ne ise bu Gerek’i yazarak haritalamaya zum ile devam ediyoruz. Bazen uzun bir süre boyunca.

Ayrıntılar, daha spesifik yöntemler için kitaba bakmalısınız.


https://www.amazon.com/Mind-Body-Workbook-Anxiety-Effective-Overcoming/dp/1626250065/ref=sr_1_1?keywords=stanley+h+block&qid=1559714627&s=gateway&sr=8-1


*
Çevirisini yeni teslim ettiğim bir kitap, Silent Agreements ile bu model ilginç bir devamlılık, tamamlayıcılık oluşturdu. Sessiz Anlaşmalar başlı başına Gerek’lerimizi ele alıyor. Ortak (hatta aynı) olduğunu varsaydığımız (ve böylece hayatımızın hatasını yapıp bedelini de bir yığın tasarruf edilebilir acı, sıkıntı ie ödediğimiz) şöyle olmalı-böyle olmamalı’larımız üzerine kurulu, dile, hatta çoğu zaman bilince getirilmemiş (sessiz) anlaşmalar konusunda.


https://www.amazon.com/Silent-Agreements-Relationships-Unspoken-Expectations/dp/1635653460/ref=sr_1_1?keywords=silent+agreements&qid=1559714709&s=gateway&sr=8-1


Bedenden bir pusula gibi yararlanma konusunda esaslı bir yaklaşım da Eugene Gendlin’in Focusing’i.


https://www.amazon.com/Focusing-Eugene-T-Gendlin/dp/0553278339/ref=sr_1_1?keywords=focusing&qid=1559714741&s=gateway&sr=8-1

(Türkçesi için https://www.hepsiburada.com/odaklanma-eugene-t-gendlin-pm-ksistem119 )


*
Bütün bunlar fazlasıyla kişisel gelişim kokabilse de (ki öyle de) sırf bu çağrışım yüzünden bir kenara atılmayacak kadar iş görebilir diye düşünüyorum.

Aşina olmayı tanımak, bilmek ile karıştırıyoruz. Sürekli maruz kaldığımız, kendimizi maruz bıraktığımız hallerdeki bıktırıcı tanıdıklık dönüp taze bir dikkatle bakmak yerine bizi (belki depresörlerimizi?) mide bulantısıyla uzaklaşmaya, kaçmaya, yok bilmeye, sıkıntıyı oyalayarak uyuşturmaya itiyor.

Fazlasıyla aşina olduğumuz boğuntularımızdan kurtuluş, öyle üstünkörü “açıklamalar,” hikaye akışlarıyla değil, kökten anlamakla gelecekse bu değirmene su taşıyanı şöyle bir durup tartmakta, sınamakta yarar var.

4 Haziran 2019 Salı

ÇOK TAŞI YERİNE OTURTAN BİR MODEL -II


Beden bir pusula. Kısa sürede gemi azıya alacak afektif bir taşmanın ilk belirtileri onda. Göğsüm sıkışıyor, nefesim daralıyor, nabzım yükseliyor, midem kasılıyor, boğazım düğümleniyor vb ise bunu yanıp sönmeye başlayan bir uyarı ışığı gibi görmede, bedene kulak vermede yarar var. Bir şeyler tetiklendi, harekete geçti.

Acaba ne?

Özdeşleşme Sistemi doğal bir hissi alıyor ve bunun etrafında tabanı oyarak derinleştiren bir girdap yaratıyor. Bunu bir önceki yazıda tanıştığımız dinamiklerle yapıyor.

Depresör durumu hızla bir kişilik/kimlik sorunu haline getirerek çarpıtıyor. Ben-zaten-hep-hiçbir zaman ataklarıyla çukuru kazmaya başlıyor. Tetikleyici ister (başlangıçta anlaşılır) bir düş kırıklığı, kızgınlık, endişe olsun ister (hızla bir kaybetme korkusuna dönüşen) sevinç, mutluluk. Yetmeme, yetememe, baş edememe kaygısıyla çukur derinleşiyor, ışık ve bakış açısının genişliği azalıyor. Depresör ümmüğüne çöküyor.

Onarıcı pürtelaş ortaya atılıyor. Kontrolü geri kazanma vaadiyle yapılacak şeyleri sıralıyor.

          Düzenli spor yap.
          Diyet yap.
          Derli toplu yaşa.
          Şu kitabı oku.
          Bu yöntemi uygula..

Sakin bir seçimin sonucu olsa işe yarayacak şeyler onun elinde havuçsuz bir sopaya dönüşüyor.

          Olmadı! Bak bugün atladın! Yarın iki katını yaparak telafi et.

Başka koşullarda araç olup hayatı kolaylaştırabilecek rutinler saplantılı birer amaca dönüşüyor. Bunca baskıya dayanamayıp iradeyi elek ettiğimde Depresör kapının arkasından çıkıp tepeme dikiliyor:

          İşte! Sen zaten hep-hiçbir zaman!.

Hemen ardından Onarıcı yeniden sahnede.

Şunları-şunları-şunları yapacağız, edeceğiz.

İktidara bir geldi mi gitmek bilmeyen zorba, Depresörün yerle bir ettiğini ayağa kaldırıp düşen tansiyonunu yükseltmeye, tokatlarını art arda aşketmeye kaldığı yerden devam ediyor. Kendi kendimize döne döne anlattığımız hikayelerle de takıldığımız ağın ilmekleri sıklaşıyor.

Hepsinin altında belirlediğimiz, dışımızda ve bizden önce belirlenmişini kabul ettiğimiz, boyun eğip başka boyunları da eğdirmeye çalıştığımız Gerekler.

          Şöyle olmalı.
          Böyle olmalı.
          Öyle olmamalı.

Böylece kurgularımız içinde boğulup gidiyoruz.

Oysa, diyor Stanley Block, kendi kendimizi köşeye kıstırıp delirtmesek (evet, koşulları sıralayıp tepkilerimizin normal ve haklı olduğuna ne kadar inansak da cinnete rengini verenin öz be öz kendi tepkimiz olduğunu iyi bir iç gözlem ortaya koymaya yeterli. Dış koşul yediğimiz bir ok ise onu ele alıp kanırta kanırta etimizin derinliklerine sokarak yarayı alıp yürüyen bir iltihaba çeviren kim?) karşımıza çıkan ile çok daha etkili baş etme yetisine sahibiz. Depresör ile Onarıcı’nın ikna ettiğinin tersine onarılacak, düzeltilecek bir yeti değil bu. Orada ve bütün.

Uğradığımız sapmayı geride bırakıp bu bütün hale dönerken yine bedenden yararlanabiliriz.

Devamı yarına olsun.

***
Stanley Block ile bir söyleşi için:


3 Haziran 2019 Pazartesi

ÇOK TAŞI YERİNE OTURTAN BİR MODEL


Zen üzerine bir kitapta rastladım (Zen beyond mindfulness, Jules Shuzen Harris). Psikiyatrist ve psikanalist Stanley Block tarafından geliştirilen Identity System (I-system), Özdeşleşme Sistemi.

Kendi elimizle kendimize ettiklerimizin üzerine konulduğunda cevapları sorularla birlikte ortaya çıkaran bir cevap anahtarı kadar “açıcı” geldi.



Önce başroldekileri tanıyalım.

Depresör (depressor): İstediğimizin dışında bir gelişme olup dengemizi sarstığında harekete geçerek esnekliğimizi, hareket kabiliyetimizi elimizden alan, açımızı daraltıp saptırarak bizi güçsüz bir mağdur olduğumuza inandıran dinamik. Enerji emici, dünya karartıcı.

Onarıcı (fixer): Depresörün hemen ardından sahneye fırlayarak kırılıp döküldüğüne inandırdıklarını tamir edici sözüm ona çözüm yolları dayatırken telaş, kaygı yaratan dinamik. Depresörün ağırlaştırdığını yükselttiği tansiyon ile korkulu, endişeli veya öfkeli bir karışıma çeviren.

Hikaye akışı (storyline): İnsan her an her şeye açıklama isteyen bir varlık. Açıklamanın doğruluğu ise tamamen ikincil. Önemli olan, “Çünkü..” diye başlayan bir cümlenin koşullanmalar, ihtiyaçlar, dağarcıklar doğrultusunda tamamlanması. Nasıl olursa olsun.*

Hikaye akışı hayatı, kendimizi, dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken eldeki erzaktan ocağa çalıverdiğimiz aşure. Artık ne kadar yavan, iştah kabartıcı olur, zor yutulur, mideye oturur, çok uzun zaman tok tutar ise. Ben/sen/o böyleyiz çünkü.. diye başlayıp sıraladıklarımız ve çoğunlukla temcit pilavı gibi tekrarladıklarımız.

Gerekler (requirements): Onarıcı’nın şunlar şunlar olsun-edilsin iyi olacaksın, düze çıkacaksın sandığı, dediği, inandırdıkları.

Daima birlikte olup ters yönde etkiye yol açan depresör ve onarıcının doğurduğu meşum sonuç, hikaye akışı ve gerekler ile birlikte söyledikleri, ima ettikleriyle özdeşleşmemiz. Kendimizi anlattıkları hikaye ile bir tutmamız. Model, adını buradan alıyor.

Bu alçak basınç sisteminin karşısında ise Yönetici İşlev (executive function) yer alıyor. Kontrolden çıkmış bir korku-kaygı-itme-kaçınma-tepkisellik ortadan kalktığında olanakları en etraflı, iyi bir şekilde kullanarak duruma (tepki yerine) karşılık verme yetisi. Sükunet, sağduyu. Geniş açı.

Depresör ile Onarıcı arasındaki tahterevallinin nasıl çalıştığı, hikaye akışıyla birlikte tepkiselliğimizin nasıl gemi azıya aldığı, enflamasyonu nasıl sakinleştirebileceğimiz vd yarına.
-------------

*(Muhalifleri cahillik, aptallık, dar görüşlülük, fırsatçılık, çıkarcılık, mantıksızlık vs vs ile suçlarken açıklamalar devşirme konusunda onlardan hiçbir farkımız olmayışına ne kadar kör kalıyoruz.)