Oradan buradan ara sıra gelen çekiç-testere sesleri bir
yana, dört bir yanımda cennetsi bir insan sessizliği. Denizin şıpırtısı,
kapışan kedilerin çığlıkları, türlü kuş bu fona döşeniyor. Ve güz ışığı ile
renkleri.
Kaldırmakta giderek zorlandığım şehir çoklukları ve sıkışıklığından
çıkalı günler oluyor ama daralıp büzüşmem yeni yeni açılıyor. Nefesim.
Amigdalam, geri kalana geçirdiği pençesini (kaygı-kötümserlik) henüz
gevşetiyor. İstanbul’da had halde artan düşünce ifrazatı yavaşça geriliyor.
En beteri de o. Zıvanadan çıkan düşünce ifrazatı. Güdük.
Kesintisiz. Abuk sabuk. Çözüm değil sorun yaratan, kendisi problem olan o
çamurlu akış. Boşluk, alan bırakmaksızın insanın içini tıklım tıkış bir
ardiyeye çeviren faaliyet. Ucuz bir belediye şenliğinin insanda hal bırakmayan
gürültüsü –cızırtılı hoparlörler, avaz avaz insanlar. Trafik, kalabalık.
Düşünceler. Her biri, “Bak geldim işte, sahnenin orta
yerindeyim. BANA dikkat kesil, BENİ düşün!” diye oramı buramı çekiştiriyor. Tam
ona meyletmişken umulmadık bir yönden bir başkası atılıp yerini alıveriyor.
Süreksizliklerin acımasız sürekliliği.
Düşünceler. Tekinde bile meymenet olsa! Fısıldadıkları
kötü kötü varsayımlar, güya uyardıkları karanlık senaryolar. O akımda işe
yarar, aydınlık düşünce olmaz pek. Kontrolsüz düşünce ifrazatı halinde
kaygıdan, içerlemeden, kızgınlıktan, temcit pilavlarından başka şey beklenmez.
Diz altlarıma kadar bu sele gömülmüş olsam, beş para
etmez düşünceleri gerçek bilip düşüneceğim, üzerlerinde duracağım, etkilerine
kapılacağım tutsa da allahtan işleyişin farkındayım.
Doğa da, insan aklının fasaryalarına duyarsız, semavi
süpürgesini salladığı gibi içimi etrafımdaki enginliğe açıyor. Durultuyor,
onarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder