Damağımda son haftanın canlı tadı, bizi karşılamaya gelen
Barış’a, hem de ne iyi geçti, dedim; içime yayılan sükunet 20 İstanbul saati
dayanır! (Gerçi havaalanı çıkışının keşmekeşi bunu 12 saate indiriverdi ama
olsun.)
Akdeniz, İstanbul, derken Ayvalık ve Küçükkuyu ile iki
haftada üç iklim, dört dokunuş-oluş.
Güneyde sıcaklık 30’un altına inmezken Ege’de adımımı
diri, berrak güz havasına attım. 30 yıl önce bir kere geçerken şöyle bir
gördüğüm Ayvalık, sonbaharın en sevdiğim bu kıvamını arka plan etti. Davetine
sonunda uyduğum için döne döne sevindiğim Deniz’le Cunda senin, Ayvalık merkez
benim, Şeytan Sofrasıydı, Sarımsaklıydı (“Ona gitmesek? Pek sefil olduğu şu
tepeden bakışla belli..” “Hayır, orayı da görmelisin, yapılaşmayı unut, sahil
şeridi harikadır.”) sokak sokak dolaşır, tepelerine çıkıp bir fincan kahveyle
seyrine, tadına varırken bizi sarıp sarmalayan bu güz havası, güneşi, ışığıydı.
El ayak çekilmiş, güzelim taş evlerin, eskili yenili renk
renk cephelerin, bulduğu her aralıktan çeşit çeşit bitki, ot, çiçek ile fışkıran
doğanın sıra sıra uzanıp gittiği dar sokaklar kedilere (delileri ve ölüleri
kadar kedileriyle de ünlüymüş Ayvalık), köpeklere, tek tük insana kalmış. Sokak
aralarından görünen deniz, adalar, adacıklar, Cunda’dan Ayvalık’a bakışta Boğaz
hissi veren karşı kıyı ile alabildiğine hareketli bir görünüm sunuyor.
Yemyeşil, masmavi, derken bir ucu boz, bir tepesi kel. Rengarenk.
Ve hakiki. Nüfus, fiyatlar, isim/imaj olarak
şişirilmemiş. Yerleşik bir gerçeklik, derinlik algısı uyandırıyor.
Acaba ilerde? Belki, neden olmasın, çıkınımı alıp çulu
buraya serebilirim.
*
Ayvalık’tan Küçükkuyu’ya. Sütkardeşimin evini, manzarası
sağda Midilli, solda uzaklarda hafif bir pusta siliniveren Ayvalık körfezi
silueti olan zeytinlik etekli doğal bir amfi tiyatronun tepesine kondurduğu dağ
köyü nefes, ruh, gönül açıcı. İnsan her sabah doğduğuna şükrediyor. Sakin
sohbetler. Assos dondurması. Ayvacık pazarı. Haz, hoşnutluk. Hayatların denk
geldiği yaz sonu, güz, kış ve yitiş ile hüzün de. Ama yaşam ne kadar
yalınlaşırsa insanın eteğinden o kadar taş dökülüyor. Akıntıya kürek çekmek
yerini gönüllü bir teslimiyete bırakıyor.
Hafifliğe, ferahlığa.
Ege zamanı işte öyle geçti. Ve yokluyorum da, tadı,
kaynayan İstanbul kazanında hâlâ orada, damağımda.
*
Ayvalık:
Pergamon’a da uzandık. Uzaklarda iki yanda tepeler,
bereketli ovayı geçmeyi ne kadar özlemişim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder