Islak, karanlık, serin bir Cumartesi. Bağra basan yazdan
sonra arkasını dönüp seni cascavlak ortalarda bırakmış gibi gelen İstanbul Ekim
sonu. Düşler Ülkesi Troya sergisine gittim. Genç sanatçıların çeşitli teknik
ile Troya anlatımları. Üstelik Arkeoloji Müzesi karşısındaki Darphane-i Amire’de.
Gülhane girişinde dev çınarların kalan yaprakları acı acı
güz kokarak koyu, yekpare gri göğe karşı ışıldıyordu. Nefesim kesildi.
Adımlarımı ağırlaştırdım, anı silip süpürdüm.
Sergi, mekanın ufak bir bölümündeymiş. Olsun. Bakalım
gençler, çok su kaldırmış, daha da kaldıracak bu pilavı nasıl pişirmiş?
Kendimi hiç şaşırtmadım ve Kübra Gürleşen’in Katmanlar
adlı video enstalasyonuyla kendimden geçtim. Toprak renkleriyle grafik
akışkanlara dönüştürülen kent katmanları, ufukları açı değiştirerek hiç
durmadan birbirini doğuruyordu. Döngüyü ağzım açık defalarca izledim. Şimdi,
yazarken de hayalimde Homeros’u ekranın karşısına geçiriyorum. “Daha kısa
sürüyor ama al sana bizim İlyada. Ne dersin? Hadi sen onu, ben seni seyredelim.”
Hoşuma giden başka çalışmalar da oldu.
Hikayenin başı sayılan altın elma üzerine yapılmış Tohum
tablosuyla (bir günah simgesi olarak sık tekrarlayan elma motifi) bitirdim.
Düşlemeye başla, arkası gelir. 1. avludan Sarayın içinden
geçerken bin bir milletin kalabalığı, iç içe geçen ağaç ve insan gövdeleri,
kendimi ne zaman Sultanahmet’e atsam dokunduğu telleri titreştirdi. O kadar
çeşit, o kadar renk vardı ki Kübra Gürleşen’in katmanlarla yaptığı gibi
tekillikleri geçip üstlerinde süzüldüğümü hissettim yine.
Ama Troya, ardından Sultanahmet ile düş sürdü ve iki
tramvay, bir otobüs yolculuğu boyunca şehrin, gücümü gıdım gıdım emen, kah gece
kah gündüz düşü, kah hülya kah karabasan, kapkarabasan olan İstanbul
anlatılarına karıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder