29 Aralık 2018 Cumartesi

JUNO

Telefonun karşı tarafındaki acilen gerekli belgeleri sıraladı. Faksım olmadığını, biraz zaman alacağını söylediğimde duraksadı. Kapadığımda köşeye kısıldığımı hissettim.

Buraya kadarmış! İnsanlar arasında kalacaksam iletişimin temeli haline gelen şeyden daha fazla uzak duramam.

Akşamüzeri gidip akıllı bir telefon aldım. Aklımın taşeronluğunu yaptıkça kulağı geçecek bir boynuz.

İşaretparmağım ile başparmağım arasını geren bir genişlik (pervasızlık) ile avucuma çöktü. Fotograf bakmam için elime verildiği zamanlar dışında dokunmuşluğum yok, kararan ekranıyla ters tuttuğumu fark ettikçe kıkır kıkır güldüm. “Ahizeyi muzdan ayırt etmeyi öğrenen bir maymun gibi.”

Bir maymun gibi de öğrenmeye koyuldum. Sına-yanıl, düş kalk, her seferinde bir marifet edin.

Güncelleme çılgınlığından geri durarak esirgediğim bilişsel –görece- bağımsızlığımın beni oyalanma uyuşturucusundan uzak tutmasını umarak keşfe giriştim.

Bir kere şu navigasyon işi başlı başına kolaylık. (Yapacağım uzun yollarda “konum gönderme” gibi olanakları da cabası.)

Ertesi gün yağan karda uzun bir yürüyüşe çıktım. Kamerasına baktım, olmayan beklentimin şaşırtıcı ölçüde üstünde olduğunu gördüm.

Aynam ve tanığım olacak madem, bir de selfi çektim.



Avucuma hâlâ fazla geniş gelen yayvan aklıyla bir işlev de dün sundu. Yüzlerce fotografla dünya kadar yer tutan albümleri dijitalleştirdikten sonra yok etmeyi düşünürken karşıma bir albüm tarama uygulaması çıktı (Photomyne). Koca bir albüm şimdiden işaretparmağımla başparmağım arasında. Dünya bunlar ve iki kulağım arasına yoğunlaşıp sığışırken telefonun haddini de belirledim.

Whatsapp, evet, kaçınılmaz. Ama kronik gevezeliklere hayır.

Instagram, peki, fotograf merakına iyi gelebilir. Hoş bir görsel panayır.

Posta kutum, haliyle.

Sosyal medya, hayır!

Oyunlar, hayır!

Düz tutmayı öğrendiğim siyah ekrana baktım. Bir Samsung Galaxy. Seri harfinden yola çıkarak “Senin adın Juno olsun!” dedim. Juno, Juno, Juno! diye fısıldadım kulak-göz yüzeye.


Juno. Zeus/Jüpiter’in, bir bakmışın müşfik, bir bakmışın çaçaron, anaç ve cani, esirgeyen ve dünyaları dar eden, cilveli ve cadaloz, bıkılsa da terk edilemeyen, bir bin kaçamağın ardından hep ona dönülen karısı.

27 Aralık 2018 Perşembe

TEŞEKKÜRLER AMA

Başsağlığı için araman incelik. İçtenliğinden de hiç kuşkum yok. Ama insanın kendiyle transa geçme eğilimi niyetleri bozuyor.

Karşımdakine sunabileceğim en iyi şeyin büyük, açık, ilgili ve yansız bir kulak olduğunu düşünürüm. Çoğunlukla bana düşen de bu olur. Ama olağan akış sekteye uğradığında sürdüremediğim bir işlev bu.

Şimdi karşıma geçip kısa bir hal hatır sorduktan sonra konuyu iştahla kendine geri getirdiğinde sabrımın gerildiğini hissediyorum. Eğer yanımda olacaksan farkımda olmana ihtiyaç duyuyorum. Ne istiyorum? Sessizlik? Sadece birlikte olmak? Duyumsanmak? Laflar değil, farkındalık.

Sunamayacaksan uzakta kal.


Kendi kendime bocalayıp çıkışı bulmak, işleyiş hiç değişime uğramamış gibi kulağımdan içeri kendini-kendini-kendini boca eden birileriyle olduğundan daha kolay.

20 Aralık 2018 Perşembe

RUHSAL SOĞUK ALGINLIĞI

(Yazmışım işte. Zaman Kavanozu’ndan)

*       

Bir sabah uyandığınızda kendinizi tanıyamıyorsunuz. Kendim demeye alışık olduğunuz kişi gitmiş, yerine de herhangi bir şey bırakmamış. Sokak kapınızı açıp bambaşka bir mahalleye adım atmak gibi bir duygu bu.

Öyle birdenbire ne olmuş ki?.

Kitaplığınızdaki ağır bir cildin gümbürtüyle yere düşmesi ne kadar birdenbire ise bu da o kadar aslında. Farkına varılan-varılamayan bir dizi mikro hareketin uç noktasında ortaya afallatan bir değişim çıkmış.

Ne olmuşsa olmuş.. Size hiç tanıdık gelmeyen bu kişinin üzerine giyecek bir şeyler geçirip karnını doyurduktan sonra gündelik yaşama çıkarıyorsunuz. Algıları, tepkileri, tepkisizliği ne kadar farklı. Asgari bir eğitim verildikten sonra buraya salınmış (“Gerisini yerinde öğrenirsin artık!”) bir uzaylı gibi. Çevreyle arasında ilişki, ilintiden eser yok. Duygusal hiçbir bağlantı, cevap. Kloru bir türlü uçamayan bir bardak musluk suyu kadar düz, kesif, beyaz. Arada, siz onun zeka seviyesine ilişkin sorular sormaya başlamışken kendinize, şaşırtıcı keskinlikte mizahi cevaplar da veriyor etrafına ama çoğunlukla nüanslı algısını yitirmiş bir dil kadar ağır, paslı.

 * * *

Tanıdık olanın, nirengi noktalarının kayıp gittiği böyle ruhsal soğuk algınlıkları, yaşanırken kolay olmayabiliyor. Bir anda renklerden yeşili, seslerden r'yi algılamaz olduğunuzu hayal edin. Bu da çok farklı değil işte. Deneyimin size en iyi olasılıkla tek bir şeyi, paniğe kapılmamayı öğretebildiği kaygan bir zemin.

Aşina olana döndüğünüzde ise benlik algınızın biraz daha genişlediğini hissediyorsunuz.

Radyo ve çaldığı istasyonlar mecazı bir kez daha canlanıyor.

Alışık olduğunuz, “ciğerini okuduğunuz”, tanıdıklığın rahatına kendinizi kaptırdığınız, siz olduğunu varsaydığınız hal, radyonun berrak bir şekilde yakaladığı istasyonlardan birinden ibaret. “Siz” bu olsaydınız, yayın kesildiğinde, ruhsal soğuk algınlığına kapıldığınızda artık olmamanız gerekirdi. Bir sabah uyanıp da “kendinizi” bulamamak diye bir şey de olamazdı o zaman, öyle değil mi?

Alışkanlık, kolaylık, vb. adına yaptığım bu özdeşleşme, kendimi bildiğimden, tanıdığımdan ibaret sanmak pek doğru değil demek.

Ben, gürül gürül ya da biraz parazitli aldığı veya hiç alamadığı istasyonlardan duruma göre değişen biri değil, radyonun ta kendisiyim o halde?.

Bu da demek ki ibrenin iki istasyon arasındaki boşluğa düşmesinde korkulacak bir yan yok. Üst solunum yollarının başına gelen, pekala ruhun da başına gelebiliyor..

*
Derin bir kedere eklenen fiziksel bir soğuk algınlığı sırasında hatırladım. Nursuz kış göğü altında.

16 Aralık 2018 Pazar

HEYBE

Kuzinim halamın bir deyişini aktardı.

Boynuna bir heybe vurmuşun say. Olan biten, yapılıp edilen kötülükleri heybenin arkandaki, iyilikleri önündeki tarafına at.

Öyle yap ki iyiliklerden (olumludan) güç al, kötülüklerin (olumsuzun) önüne engel dikilmesine mani olabil.


Heybeyi kulağa küpe etmeli.

10 Aralık 2018 Pazartesi

ŞİMDİLİK HOŞÇA KAL BABAM

Bir hafta oldu.

Allak bullak, alacalı bulacalı bir hafta.



Acı, sevgi, boşluk, düşüş ve yükseliş.. hayatın, ölümün insana hissettirdiği ne varsa bir koca kazana atılmış da altının ateşi güzelliklerle, saflıkla yakılmış, sevgiyle körüklenir gibi.

Ne güzel bir iz bırakmışın sen. Uzaktan yakından tanıyanına, şöyle ya da böyle dokunduğun herkese derinden dokundu gidişin. Ailen, yeğenlerin, eş-dost ve benim kardeş dengi dostlarım kadar tanışlarının da yüreğinden dökülenleri duymalıydın.

Köyünde toprağa verilme isteğinle aileyi nasıl bir araya getirdiğini görmeliydin. Ta nerelerden kimler uçtu geldi. Ağladık güldük, yedik içtik, gönülleri bir ettik.

Yağmur yağdı da yağdı. Ama perdeyi tam vaktinde araladı da bir aydınlık tören ettik sana.

Bizim ailede mezar ziyareti adeti yoktur ama hayatta etmediğim kadar ziyaret ettim.

İsli (çünkü çok esmermiş) Hüseyin’in yerini bağışladığı köy mezarlığı bana oldum olası huzur verir. Okaliptusları, söğüdü, çamı, baharda bin bir kır çiçeği, güzelim mor irisleri ile coşkun doğa ölümün huzuruyla birleşir, ölümü doğallaştırır, dost kılar. İçim pırpır ederken bir yandan derin bir huzur duyarım.



Seni orada ziyaret hiç öyle “mezar ziyareti” olmadı. Artık bağırmaya gerek olmayan bir hasbıhaldir başladı. Ağır duyan kulağını geldiği toprağa salıp gönülden kurulana geçtim.



Seninle nerelerden geldik babam, darlı genişli ne geçitlerden geçtik. Dünyada olan dünyada kalsın. Sevgi ise kalburun en üstünde.


Şu güzelim yaşam için minnetle, şimdilik hoşça kal.

24 Kasım 2018 Cumartesi

ÇATIŞMA YÖNETİMİ

Sınavda bundan takıldığını söyledi. “Aslında bilmediğimi fark ettim.”

Kısa günün kârı dedim. Bilen kaç kişi vardır? Repertuarını, zorbalıkla bastırmanın, cazgırlık etmenin ya da kaçınmanın ötesine geçiren? Edinmekte, geliştirmekte yarar var.

Ben de bilmiyorum ama üzerinde düşünmekle başlayabilirim.

*
Enerji en dirençsiz akacağı yatağı arıyor.

Bana en kolay gelen ne?

Uzaklaşmak?

Kapıyı çarpmak?

Dırdır etmenin dikenleriyle ya da üste çıkmanın yıldırıcılığıyla donanıp bulaşılmamasını sağlamak?

Saldığım gibi saç saça baş başa girişmek?

*
Çatışma bana ne hissettiriyor?

Stres?

Heyecan?

Korku (dışlanma, ezilme)?

Kaygı?

Neyimin tehdit edildiğini hissediyorum?

*
İlk refleksim ne?

Haklılığımı, egomu savunmak?

Doğru bildiğimi korumak?

Bunu ne kadar bulaşık yaratarak yapabiliyorum? Yapabiliyor muyum?

Yoksa çatışmanın doğal uzantısı temcit pilavı ettiğim hep aynı hikayelerim mi?

*
Anında olmasa da sonradan keseri kendimden yana döndürmeden bakabiliyor, klinik bir berraklıkla düşünebiliyor muyum?

Karşı tarafın da açısından yaklaşabiliyor muyum?

*
Refleksin ötesinde bir strateji, tavır, dil geliştirebilir miyim?

Sözgelimi çatışma baş gösterdiğinde ilk işim galeyana gelme eğiliminin frenine basarak kanımı soğutmak ve serin tutmak olabilir mi?

Çatışmayı meşru müdafaa haline getiren kişisel bir şey olmaktan çıkarıp gayri şahsi bir anlaşmazlık konusu halinde çerçeveleyebilir miyim?

Gerçekten de biraz düşününce çatışmayı bu kadar korkutucu bir hale getirenin bunu üstesinden gelemeyeceğim bir kendini savunma konusu olarak görmem olduğunu fark ediyorum.

Ama neden her şey dönüp dolaşıp bir kendini savunma konusu haline gelsin ki?

*
Amacım ne?


Üzüm mü yemek, bağcı mı dövmek?

22 Kasım 2018 Perşembe

SİZİN CEHENNEMİNİZ NELERDEN MÜTEŞEKKİL?

Yelken direği ne kadar yüksekse teknenin salması da o oranda uzamalıymış ki biri bir yana yattığında diğerinin karşı tarafa meyletmesi dengeyi korusun.

Ufkumun karardığı kolaylıkla açılışını buna benzetirim.

Gerçi sanki zamanla yelken direğim kısalırken salma uzuyor, bu da günlerin kısalması gibi oluyor. Karanlıkta daha çok vakit geçiyor.

Hemen dış koşullar sayılıp dökülebilir, hâl / karamsarlık geçerli, haklı, hatta gerekli, dolayısıyla saygın gösterilebilir. Ama algı, zihnin işleyişi, gerçeklik inşası gibi şeylerin gözlemine değer vermiş biri öyle yapmaz.

Çünkü karanlığın da aydınlığın da el örgüsü olduğunu görmüş, bilmiştir.

Gerçek dediğimiz, kültürel, ailevi, genetik, çevresel, küresel koşullanmaların kişisel bir kaptaki yorumu, sindiriminden ibaret. Algılayandan-kullanandan bağımsız, tek başına ayakta duran bir gerçek yok. Yoksa birilerinin cenneti başkalarının cehennemi olabilir miydi? Aynı kişiye birileri tapınırken, bir başkasına tapınanlar ondan nefret edebilir miydi?

Vesaire.

El örgüsü olması gerçekliğin ağırlığını, yücelticiliğini, iç kapayıp açıcılığını, sürükleyiciliğini zerrece etkilemiyor elbette. (Ne de bunlar temelindeki davranışların gerçek sonuçlarını, yaptırım gücünü, bağlayıcılığını.) Bir his, izlenim, kanıdan ibaret olduğunu bal gibi bildiğin şeyin etki alanına girdin mi giriyorsun. (Beyin açısından, duyularla algılanan ile tahayyül edilenin tetiklediği fizyolojik tepkiler arasında bir fark yokmuş.)

Girdaba kapıldım mı bastığım zemin ayağımın altından kayıyor. İçim kıyılıyor. Teknemi, gövdemi fırtına bulutuna dalmış pırpır uçak kadar kuvvetsiz, biçare hissediyorum. Dipsiz bir karanlığa yuvarlanıyorum. Dipsiz ve dişsiz –tutunacak, güç alıp bulunduğun yerden daha yukarı tırmanacak yanı olmayan bir boşluk. Zamanı benden önce yutmuş; öncesiz ve sonrasız ve bu haliyle sonsuz gelen.

Bu haliyle sonsuz gelen ise, birkaç saat, gün, hafta içinde değişiyor, dağılıp sahneyi bambaşka şeylere bırakıyor.

Cehennem kapısındaki tokmağı bir dahaki vuruşa kadar.

En güçlü tetikleyici, kısa kalmak, varsayılan bir ölçüte göre yetersiz olduğum kaygısı. Kendime ölçüsüzce yüklenmek de işleri hiç kolaylaştırmıyor. “Adım Hıdır..” deyip sakince orada bırakamamak.


Sabah yürüyüşünden: Kaldırım kenarında bol yağlı bir sinek

*
Kardeşim bunu bir sinyal yükseltici oluşuma bağlamış –hiç öyle bakmamıştım. Madalyonun aydınlık yüzünde, ufak bir uyaranı güçlendirerek yakıt eden, sinekten yağ çıkaran yanım var. Gerçekten de algı alanıma şöyle bir değip geçen şeyi nabzımı hızlandıran bir uyarana çevirebiliyorum. Bende nefes almak kadar doğal olan bu şeyin öbür yüzü pireyi deve etmek.

*

Ya sizin cehennemleriniz nelerden müteşekkil?


15 Kasım 2018 Perşembe

AZİZE



Yazan mı yazılan mı Azize?

Nasıl bir duyguyla kazınmış? Arzu, özlem, karşılıklı-karşılıksız aşk, hınç? İz bırakmak? Var olduğuna izini kazıyarak kani olma?

Yazan etrafıyla nasıl ilintilenmiş? Perişan bir kaktüsün o ne olarak farkındaymış? Farkında mıymış? Lanet mi okumuş, meydan mı? Yoksa nereye baksa aşk gördüğü, samanlığı seyran, sefil bir kaktüs yüzeyini parşömen eyleyen bir halde miymiş?


Kazılan bir isim ve bir kaktüsün parçaları kadar, her biri başka bir hikayeye açılan sorular.

10 Kasım 2018 Cumartesi

HİDROLİK

Garip. Yürek sevgi ile doldukça hafifliyor. Manevra kabiliyeti artıyor.

8 Kasım 2018 Perşembe

OLURUNA BIRAK

Sabah ezanından önce, Türkçe’deki en Tao’vari deyişin, hakkı verildiğinde bu olduğunu düşünüyordum.

Oluruna bırak.

Takıldın, tıkandın mı hemen atılma ne de sırt çevir. Tepkini, telaşını, kaygını palamar misali çöz, sal kayığı ırmağa. Yolunu, yanıtını akış içinde kendiliğinden bulsun.

Kalbini, kafanı boşa yorma. Yok yere içerleme, hüsran, çer ve çöp üretme.


Yaşamaya devam et, çözümler yanı başından gelsin.

5 Kasım 2018 Pazartesi

BİR FOTO SAFARİ: SASON KANYONU İLE SARIAYDIN KÖYÜ

Dört günlük etkinliği meğer tanınmış doğa fotografçısı Faruk Akbaş Fujifilm ile düzenlemiş. İki günlük atölye çalışması, sunumlar, Uzuncaburç’a çekim gezisi. Ben son gün, Sason kanyonu ile Sarıaydın köyü gezisine katıldım. Akbaş’ın Fethiye’den getirdiği grubuna Silifke’den dahil olanlarla birlikte iki midibüs doldurduk. Fotografa bu yerel ilgi çok hoş (Uzuncaburç turuna üç midibüs çıkmışlar).



Mara yolundan (Kırobası’nın bu eski/diğer adı doğrudan Buda’nın aydınlanma efsanesindekini çağrıştırdı, yol gözümde başkalaşıverdi) vurduk dağlara. Virajları motor inlemeleriyle ağır ağır çıkmaya başladık.

Yükün önemli bir bölümü herhalde ekipmanlardı. Çanta çanta lens, baba kameralar, üçayaklar, tekayaklar, yedek şarj aletleri, piller, filtreler.

Zihinsel yük motora binmese de taşınanlar açısından bunlara entelektüel donanım da eklenebilir. Teknik bilgi, piyasa araştırmaları, kıyaslamalar, daha da bilginin üzerine bina edileceği deneyim, anılar. Gençli, orta yaşlı, kadın erkek grubun büyük bir çoğunluğunun olduğu gibi bir fotograf heveslisi ya da aşığı iseniz boynunuz, omurga ve ayaklarınız ile kafanıza epey ağırlık düşüyor (kesenize düşen ise cabası). Ama iyi bir avın gözünüze getireceği ışık, içinizi hop ettirmesi, en önemlisi dönüp algınızı derinleştirmesi her şeye değer. (Yol arkadaşıma İngilizcede ateş etmek/hayvan vurmak ile fotograf çekmenin aynı fiil olduğunu söylüyordum. “Avcıların elinden tüfeklerini alıp kamera vermeli.”)

Hafif gövdeli kompakt Lumix ve yanıma almışken araçta bıraktığım tekayak ile en hafifleri bendim herhalde. Ekipmana ilişkin teknik bilgi hep can sıkıcı gelmiş, bildiğim birkaç nümerik değeri bile unutmuşum.

Manzara, dönemeçten dönemece Toroslar müthişti. Bu yoldan ilk geçişim. Mut’a doğru yükselirken çamlarla makilerin düzensiz, seyrek bir sakal gibi örttüğü, kah mercana kah kirli kahve-griye çalan gözenekli kayaç yamaçlar. Arada göz göz mağaralar, inler. Güz renkleriyle alacalanan meyve bahçeleri –erik, elma, ayva. Sırık sırık domates, bozlu morlu lahana ile brokoli yamaları. Fildişi ve kızıl toprak. Uçurumlar.

Yola çıktığımda gündoğumunu çeşnilendiren bulutlar göğü kapar, yukarısı loşlaşıp kararırken yeryüzünün oradan buradan parlamalarla aydınlanıverdiği o enfes ışık oyunu da geldi, bu bol çeşitli görüntüye katıldı mı!



Demircili’den, çanak antenli derme çatma yayla evleriyle yanak yanağa (en talihli ikisinin etrafları boş kalmış, sadece önlerinden telefondu elektrikti teller geçiyor) anıt mezarlardan, tek tük, kimi beton, çelik ve sentetik boya devri öncesinden kalmış, tek renkliliği, biçimiyle gözü hiç değilse dinlendiren köylerden, teneke, çinko, tel ve akla gelebilecek her türlü hal almış çimento, demir ile çok şekilli ve biçimsiz yenilerden geçtik. Bir buçuk saat sonra 950 m rakımda, bunların kasabalaşmışı (kasaba kaba saba olarak da okunabilir) Kırobası’nda kısa bir mola verdik.

Göz için değil, kafa sokmak için çatılmış evler, beni bırak, alacaksan malımı al diyen dükkanlar.. Çirkinliğin de bir çekimi olabilir. Gözü bu kadar hiçe sayan bu yerleşim (daha doğrusu ucundan ilişme) kültürünün ise güzellik kadar çirkinlik dolayısıyla bile göze, fotografa, belgelenmeye gelir yanı yok. Işığa, görselliğe, derin su yengeçleri kadar uzak. İlle göz de diyen benim gibi enayilere acı veriyor, aklını karıştırıyor, estetik kodlarını gübre edip tarlasına, yem edip hayvanlarının önüne atıyor.

Kırobası'nda kameraya gelir tek şey, bir canlı hayvan kamyonunun kasasından başını çıkarıp bize öylece bakan çoban köpeği idi


Mara çıkışı manzara çok geçmeden değişti. Derin bir obruk ile Sason kanyonu başladı ki ne başlama! Biraz daha ötede karşı duvarı dümdüz, dimdik, yanı başımızda uzandı. Ta diplerde sarılı, turunculu, kızıllı, pembeli, akarsuyu örtmüş sık bitki örtüsü de, kavaklar ve başka başka ağaçlarla dalgalanan boylarda onunla birlikte. İşaretsiz yol ayrımlarından bir sağa bir sola dönerek asfalttan ayrıldık. Gidebileceğimiz yere kadar midibüslerle ilerleyip indik. Bahçelerin arasından, dallanıp budaklanan keçiyollarını izleyip kanyonun kıyısına yürüdük. Sason bu noktasında bütün ihtişamıyla bizi, yanında çer çöp kalan bedenlerimizi avucuna aldı. Kimi bir yükseltiye açılan derin oyuğa tırmandı kimi hemen kıyıdaki kayalara çıktı. Taş kemerler, okyanus dalgası benzeri oylumlar, tehlikeli uçlar çerçeve edildi, içine geçildi. Yol boyu gayet ağırbaşlı olan grup sıra selfie’lere gelince bildik bir gezi kafilesine dönüştü. Ama o kadar. Konu fotograftı, ona dönüldü. Dron uçuruldu, lensler değiştirildi, bilen, daha az bilene yol gösterdi. Deklanşörlere binlerce kez basılarak, görsel problemler çözülmeye, estetik buluşlara varılmaya, görülen kavrandığı biçimde aktarılmaya çalışıldı. Avlanmaya.



Onların bu adanmış merakları yanında benimkinin ne havai kaldığını düşündüm. Merak etme, kendini verme biçimim hep kendimce oldu. Öyle aynı dergilere, kulüplere, partilere yazılarak paylaşılabilir olmaktan uzak. Teknikle alakası gevşek. Donanımlarının elvereceği çekimleri düşündüm. Işık doğru okunmuş, gereği yerine getirilmiş, renklere hakkı verilmiş, derinlikler kusursuz, netlik-netsizlik dengeleri ile doku doyurucu kılınmış, avuç içi gibi bilinen editing programlarıyla bir de perdahlanacak.. Bu gezginlerin taşıdıklarının ima ettikleri yanında kare çerçeveli çeken (evet!) kameramla benimkiler, yıldızlı bir şefin patates salatası ile aynı sofraya konulan patatesi çok pişmiş bulamaç gibi.

Ama sevgiyse sevgi. Kendini vermekse, zaman silinmecesine kendini vermek. Akarak eylemekse akarak eylemek. Anı aramak, bamtelini yoklamak. Sonra uzanmak ve teknik mükemmelliği dert etmeden dokunmak. Hissetmekse hissetmek.

Dönüşte birkaç kişi arkamdan geldi. Keçiyollarının en dar, iki yanı en dikenlisini şaşmaz içgüdümle bulup, rehberimiz olduğunu sonradan öğrendiğim, 96’da kanyonu ortaya çıkaran grupta olan kişiyi bile yolundan saptırdım. Neyse, seke kaya, dikenlerle dalana, diğerlerine kavuştuk.



Silifke belediyesi sağ olsun, kumanyamız bile vardı; peynir-salamlı ekmekler, meyve suyu.

Uçağa yetişeceklerin ayrılmasıyla tek otobüs, Silifke yakınlarındaki Sarıaydın köyünün yolunu tuttuk. Akarsu boyunca kavaklarıyla ünlüymüş. Mara’dan 8 km uzakta, derin bir vadinin yamaçlarında. Adı? Aydın’dan göçenler kurmuş da, ondan, sarısı da kavaklarının şimdiki halinden. Güz vakti mi gelmişler? Neden? Ne olmuş da yurtlarını terk etmişler? Başka mevzular. Konumuz şimdi fotograf.



Akarsuyu (Erdemli yakınlarında denize dökülen Aksıfat) geçtik. İndik. Yamacı geri tırmanıp eski medreseyi görmeye gittik. Harabesinden girip derme çatma bir merdivenden aşağı, hasat edilmekte olan elma ağaçlarının oraya indik. Yer diz boyu ot. “Alın size ilaçsız, organik mi organik meyve!” Toplanamadan dökülmüş elma. Tevekkeli değil, elma satın alabileceğimiz bir yer var mı diye sorduğumuzda anlam veremeden yüzümüze bakmışlardı. Sonunda biri ne kadar istediğimizi sormuş. Gruptan olan kişi 1-2 deyince de kiloyu ton anlamış. Açığa kavuştuğunda güldüler. “De gedin! Lafı mı olur?! Aha kovalar, aha ağaçlar, ne kadar istiyorsanız alın-toplayın, çuvallara katın!”

Ta eskilerde(n) kalma bir gönlü bolluk. İnsanın içi ısınıyor. Evlerin çoğu beton çağı öncesi, çoğu da harap. Giden gitmiş. Kalan yaşlı. Gün görmüş, bozulmadan mı tamamlıyor ömrünü?



Medresede Süleymancılara mürit yetiştirilmiş. Ta Osmanlıdan. 8 yıl önce terk edilmiş. Dere yanında, avluda bir başına uzayıp gitmiş minare camiden ayrı. Apayrı. Bura cem eviymiş söylentisi dolaşıyor. Cemaatler, cem evleri. Neler olmuş? Nasıl olmuş? Ama bunlar başka konular. Konumuz şimdi fotograf.

Bir iki damla atıştırdıktan sonra güneş, bulduğu aralıklardan sızıp sıkı düzen yükselen ak gövdeli kavakların üstlerinde kalan sarı yapraklara, bunların kıpraştığı akarsuya vuruyor. Yapraklar altın varak gibi ışıldıyor.


Karşı yamaçta, harap evlerle aşık atışmasında gibi görünen mezarlığa takılıyor gözüm.

*

Fotograflar:

4 Kasım 2018 Pazar

BÜTÜN BİR KOY BANA AİT

Evet. Tam beş gündür. Sesli, çöplü, bozucu güruh bir yana, öğleye doğru denize girdiğimde başka tek allahın kulu olmuyor. Önceki aylar omuzlarımdan kanımla aynı sıcaklıkta atlas bir pelerin gibi yayıldığı hissi veren deniz serin. Rüzgarsız hava serinlikle yanak yanağa bir sıcaklıkta. Pırıl pırıl gökte güz ışığı diri, altınsı.



Berrak suyun sığlığında ufacık balıklar, gölgeleri de kumda oynaşarak sürü halinde ayaklarımın etrafından dört bir yana tek beden kaçışıyor. Kenarları gökkuşağı renkli yansımalar ağının kıpırtısını seyrediyorum.

Üstümde sörfçü fanilası, derince aldığım soluğu salarken suya dalıyorum (iğne yapılırken de öyle edilirmiş ya). İrkiltici ilk temastan sonrası canlanarak rahatlama.

Korsan koyunun açıklarına kadar bir kilometre yüzüp dönüyorum.

Asabiyecilerin ordinaryüsünün getiremeyeceği bir halde sudan çıkıyorum.


Arınmış, durulmuş. Şükranla.



*


Bugün denize girmedim. Üşütücü, yorucu bir doğu rüzgarı vardı. Onun yerine, önlerinde kamera, gözlerime banyo yaptırdım.



Çakıllar ve deniz


















2 Kasım 2018 Cuma

İLHAN MİMAROĞLU VE VIVIAN GORNICK

Biri kalemi de kıvrak bir müzisyen, diğeri kendiliğini ilan etmiş bir yazar. Mimaroğlu’nun Ertesi Günce’si ile Gornick’in The Odd Woman and the City kitabını aynı sırada okudum. İkisi de New York’u dibine kadar yaşamış, on yıllarca köşe bucak, karış karış, döne döne keşfetmiş. Mimaroğlu güncesinde sıkça dışarı da çıksa New York her iki kitabın zemini ve arka planı. İkisi, içinde yer aldıkları, gelip geçerken tanık oldukları, mükemmel çerçevelenmiş gözlemleriyle bir devrin tepemize dikilmiş şehrinin şipşaklarını sunuyor. Parçaların kısa kısalığı, çukurlara biriken yağmur suları gibi; aldatıcı sığlığıyla birlikte kıyılarındaki yeryüzü parçalarıyla gökyüzünü yansıtarak derinleşiyorlar.



Hoş bir kardeş okumalar oldu.



*

Ardından İlhan Mimaroğlu’nun New York Kapı Dışı Sanatı’nı aldım. Duvar resimlerine bakarak onunla birlikte sokak sokak dolaşmaya devam ettim.

1 Kasım 2018 Perşembe

ÇEKEN BACA

Banyo tadilatı sırasında havalandırma boşluğunun ne kadar iyi çalıştığını görüp şaşırmışlar. Fazladan boru, hat geçirilerek, moloz dökülerek vs (zaten olmaması gereken ama bizde beklenecek şeyler) daraltılmamış, biçimi bozulmamış.

“O kadar ki aspiratör takmayı gereksiz gördük.”

Eski pencerenin yerini alan ızgaraya bakarken tam kapasite işleyen havalandırma boşluklarından insan ilişkilerine atladım.

Hangilerinin bacası gürül gürül çekiyor?

Hangileri çoğalan molozla tıkanmakta, havasına toz toprak, asbest parçacıkları karışıyor?

Hangilerinden ölgün mutfak, bayat tütün, fena hela kokuları sızıyor?

Küf birikiminin önlenmesi hangilerinde fazladan bir aspiratör istiyor?

Ya kendinle ilişkinde?

31 Ekim 2018 Çarşamba

TENHALAŞMAK

Oradan buradan ara sıra gelen çekiç-testere sesleri bir yana, dört bir yanımda cennetsi bir insan sessizliği. Denizin şıpırtısı, kapışan kedilerin çığlıkları, türlü kuş bu fona döşeniyor. Ve güz ışığı ile renkleri.

Kaldırmakta giderek zorlandığım şehir çoklukları ve sıkışıklığından çıkalı günler oluyor ama daralıp büzüşmem yeni yeni açılıyor. Nefesim. Amigdalam, geri kalana geçirdiği pençesini (kaygı-kötümserlik) henüz gevşetiyor. İstanbul’da had halde artan düşünce ifrazatı yavaşça geriliyor.

En beteri de o. Zıvanadan çıkan düşünce ifrazatı. Güdük. Kesintisiz. Abuk sabuk. Çözüm değil sorun yaratan, kendisi problem olan o çamurlu akış. Boşluk, alan bırakmaksızın insanın içini tıklım tıkış bir ardiyeye çeviren faaliyet. Ucuz bir belediye şenliğinin insanda hal bırakmayan gürültüsü –cızırtılı hoparlörler, avaz avaz insanlar. Trafik, kalabalık.

Düşünceler. Her biri, “Bak geldim işte, sahnenin orta yerindeyim. BANA dikkat kesil, BENİ düşün!” diye oramı buramı çekiştiriyor. Tam ona meyletmişken umulmadık bir yönden bir başkası atılıp yerini alıveriyor. Süreksizliklerin acımasız sürekliliği.

Düşünceler. Tekinde bile meymenet olsa! Fısıldadıkları kötü kötü varsayımlar, güya uyardıkları karanlık senaryolar. O akımda işe yarar, aydınlık düşünce olmaz pek. Kontrolsüz düşünce ifrazatı halinde kaygıdan, içerlemeden, kızgınlıktan, temcit pilavlarından başka şey beklenmez.

Diz altlarıma kadar bu sele gömülmüş olsam, beş para etmez düşünceleri gerçek bilip düşüneceğim, üzerlerinde duracağım, etkilerine kapılacağım tutsa da allahtan işleyişin farkındayım.


Doğa da, insan aklının fasaryalarına duyarsız, semavi süpürgesini salladığı gibi içimi etrafımdaki enginliğe açıyor. Durultuyor, onarıyor.

26 Ekim 2018 Cuma

KARANLIK TÜNELDE KARA KEDİNİN GÖLGESİNİ ARAMAK

Diğeri sessiz.

Senin ihtiyaçlarını, isteklerini, kaygılarını açığa çıkaran bir sessizlik.

Sürdükçe kırılıyor, kızıyor, gelip gelip gidiyorsun.

Kuşku sinsi bir kaşıntı gibi sarıyor. Kuruyor, kurguluyorsun.

Diğeri sessiz. Onun hakkında kesinlikle söyleyebileceğin tek şey bu.



Geri kalan, senin kara kedinin oynaşan gölgeleri.

16 Ekim 2018 Salı

KENDİ KÜRATÖRÜN OL

Derlenip toparlanmış, çerçevelenip adı konmuş, önüme sanat eseri (ve müzik) olarak getirilecek şeyleri beklemek zorunda değilim ki.

Sanatı kabul gören biçimler içinde başkaları tarafından yapılıp sunulan bir şey olarak görmez olduğum an bakış alıcılaşıyor ve tüm çevrenin, hayatın içinden hammadde fışkırıyor.


Sabah yürüyüşünden



Ondan sanat filan beklemediğinden önünden geçip gideceğin herhangi bir yüzey, sen onu gözünde özelleştirerek çerçeveleyene dek çerçöpten ibaret olanlar vs bütünleşiyor, ağırlık, yoğunluk, derinlik kazanıyor ve kendi içinde bütün bir ses oluyor. (Zaten aynı şey sesler için de geçerli. Kulağımı açarsam toplayıp birbirine bağladıklarımla bir tür synthesizer olarak dolaşıyor, çok hoş zamanlar geçiriyorum.)

Gözlerin hayat boyu mamul çıktı ile, adı sanı konmuş sanatla yeterince beslenmiş, bir noktadan diğerine, diğerlerine, anlamdan anlama gidip gelmeyi öğrenmişin, bağlantılar kurmayı, geçitler açmayı -ve görselliğin gani olduğu bir çağda yaşıyorsun. Daha ne bekleyeceksin?


Güneş değmiş

Bulduklarını tezgahına yay, önlerine geç. Hangisi bir akış anlatıyor, hangisi durum, hangisi tek bir anın gongunu vururken sular seller gibi konuşan hangisi, baktıkça yeniden keşfet.


Meyveli çalkantı

Görsel kompost

İnsan kendi gözleri, kulaklarıyla neden kendine küratör (ve DJ) olmasın ki? 


Tutku