Dört günlük etkinliği meğer tanınmış doğa fotografçısı
Faruk Akbaş Fujifilm ile düzenlemiş. İki günlük atölye çalışması, sunumlar,
Uzuncaburç’a çekim gezisi. Ben son gün, Sason kanyonu ile Sarıaydın köyü
gezisine katıldım. Akbaş’ın Fethiye’den getirdiği grubuna Silifke’den dahil
olanlarla birlikte iki midibüs doldurduk. Fotografa bu yerel ilgi çok hoş
(Uzuncaburç turuna üç midibüs çıkmışlar).
Mara yolundan (Kırobası’nın bu eski/diğer adı doğrudan
Buda’nın aydınlanma efsanesindekini çağrıştırdı, yol gözümde başkalaşıverdi)
vurduk dağlara. Virajları motor inlemeleriyle ağır ağır çıkmaya başladık.
Yükün önemli bir bölümü herhalde ekipmanlardı. Çanta
çanta lens, baba kameralar, üçayaklar, tekayaklar, yedek şarj aletleri, piller,
filtreler.
Zihinsel yük motora binmese de taşınanlar açısından bunlara
entelektüel donanım da eklenebilir. Teknik bilgi, piyasa araştırmaları,
kıyaslamalar, daha da bilginin üzerine bina edileceği deneyim, anılar. Gençli,
orta yaşlı, kadın erkek grubun büyük bir çoğunluğunun olduğu gibi bir fotograf heveslisi
ya da aşığı iseniz boynunuz, omurga ve ayaklarınız ile kafanıza epey ağırlık
düşüyor (kesenize düşen ise cabası). Ama iyi bir avın gözünüze getireceği ışık, içinizi hop ettirmesi, en önemlisi
dönüp algınızı derinleştirmesi her şeye değer. (Yol arkadaşıma İngilizcede ateş
etmek/hayvan vurmak ile fotograf çekmenin aynı fiil olduğunu söylüyordum. “Avcıların
elinden tüfeklerini alıp kamera vermeli.”)
Hafif gövdeli kompakt Lumix ve yanıma almışken araçta
bıraktığım tekayak ile en hafifleri bendim herhalde. Ekipmana ilişkin teknik
bilgi hep can sıkıcı gelmiş, bildiğim birkaç nümerik değeri bile unutmuşum.
Manzara, dönemeçten dönemece Toroslar müthişti. Bu yoldan
ilk geçişim. Mut’a doğru yükselirken çamlarla makilerin düzensiz, seyrek bir
sakal gibi örttüğü, kah mercana kah kirli kahve-griye çalan gözenekli kayaç
yamaçlar. Arada göz göz mağaralar, inler. Güz renkleriyle alacalanan meyve
bahçeleri –erik, elma, ayva. Sırık sırık domates, bozlu morlu lahana ile
brokoli yamaları. Fildişi ve kızıl toprak. Uçurumlar.
Yola çıktığımda gündoğumunu çeşnilendiren bulutlar göğü
kapar, yukarısı loşlaşıp kararırken yeryüzünün oradan buradan parlamalarla
aydınlanıverdiği o enfes ışık oyunu da geldi, bu bol çeşitli görüntüye katıldı
mı!
Demircili’den, çanak antenli derme çatma yayla evleriyle
yanak yanağa (en talihli ikisinin etrafları boş kalmış, sadece önlerinden
telefondu elektrikti teller geçiyor) anıt mezarlardan, tek tük, kimi beton,
çelik ve sentetik boya devri öncesinden kalmış, tek renkliliği, biçimiyle gözü
hiç değilse dinlendiren köylerden, teneke, çinko, tel ve akla gelebilecek her
türlü hal almış çimento, demir ile çok şekilli ve biçimsiz yenilerden geçtik.
Bir buçuk saat sonra 950 m rakımda, bunların kasabalaşmışı (kasaba kaba saba
olarak da okunabilir) Kırobası’nda kısa bir mola verdik.
Göz için değil, kafa sokmak için çatılmış evler, beni
bırak, alacaksan malımı al diyen dükkanlar.. Çirkinliğin de bir çekimi
olabilir. Gözü bu kadar hiçe sayan bu yerleşim (daha doğrusu ucundan ilişme)
kültürünün ise güzellik kadar çirkinlik dolayısıyla bile göze, fotografa,
belgelenmeye gelir yanı yok. Işığa, görselliğe, derin su yengeçleri kadar uzak.
İlle göz de diyen benim gibi enayilere acı veriyor, aklını karıştırıyor,
estetik kodlarını gübre edip tarlasına, yem edip hayvanlarının önüne atıyor.
Kırobası'nda kameraya gelir tek şey, bir canlı hayvan kamyonunun kasasından başını çıkarıp bize öylece bakan çoban köpeği idi
Mara çıkışı manzara çok geçmeden değişti. Derin bir obruk
ile Sason kanyonu başladı ki ne başlama! Biraz daha ötede karşı duvarı dümdüz,
dimdik, yanı başımızda uzandı. Ta diplerde sarılı, turunculu, kızıllı, pembeli,
akarsuyu örtmüş sık bitki örtüsü de, kavaklar ve başka başka ağaçlarla
dalgalanan boylarda onunla birlikte. İşaretsiz yol ayrımlarından bir sağa bir
sola dönerek asfalttan ayrıldık. Gidebileceğimiz yere kadar midibüslerle
ilerleyip indik. Bahçelerin arasından, dallanıp budaklanan keçiyollarını izleyip
kanyonun kıyısına yürüdük. Sason bu noktasında bütün ihtişamıyla bizi, yanında
çer çöp kalan bedenlerimizi avucuna aldı. Kimi bir yükseltiye açılan derin
oyuğa tırmandı kimi hemen kıyıdaki kayalara çıktı. Taş kemerler, okyanus
dalgası benzeri oylumlar, tehlikeli uçlar çerçeve edildi, içine geçildi. Yol
boyu gayet ağırbaşlı olan grup sıra selfie’lere gelince bildik bir gezi
kafilesine dönüştü. Ama o kadar. Konu fotograftı, ona dönüldü. Dron uçuruldu,
lensler değiştirildi, bilen, daha az bilene yol gösterdi. Deklanşörlere
binlerce kez basılarak, görsel problemler çözülmeye, estetik buluşlara
varılmaya, görülen kavrandığı biçimde aktarılmaya çalışıldı. Avlanmaya.
Onların bu adanmış merakları yanında benimkinin ne havai
kaldığını düşündüm. Merak etme, kendini verme biçimim hep kendimce oldu. Öyle aynı
dergilere, kulüplere, partilere yazılarak paylaşılabilir olmaktan uzak. Teknikle
alakası gevşek. Donanımlarının elvereceği çekimleri düşündüm. Işık doğru okunmuş, gereği yerine getirilmiş, renklere
hakkı verilmiş, derinlikler kusursuz, netlik-netsizlik dengeleri ile doku
doyurucu kılınmış, avuç içi gibi bilinen editing programlarıyla bir de
perdahlanacak.. Bu gezginlerin taşıdıklarının ima ettikleri yanında kare
çerçeveli çeken (evet!) kameramla benimkiler, yıldızlı bir şefin patates
salatası ile aynı sofraya konulan patatesi çok pişmiş bulamaç gibi.
Ama sevgiyse sevgi. Kendini vermekse, zaman silinmecesine
kendini vermek. Akarak eylemekse akarak eylemek. Anı aramak, bamtelini
yoklamak. Sonra uzanmak ve teknik mükemmelliği dert etmeden dokunmak.
Hissetmekse hissetmek.
Dönüşte birkaç kişi arkamdan geldi. Keçiyollarının en
dar, iki yanı en dikenlisini şaşmaz içgüdümle bulup, rehberimiz olduğunu
sonradan öğrendiğim, 96’da kanyonu ortaya çıkaran grupta olan kişiyi bile
yolundan saptırdım. Neyse, seke kaya, dikenlerle dalana, diğerlerine kavuştuk.
Silifke belediyesi sağ olsun, kumanyamız bile vardı;
peynir-salamlı ekmekler, meyve suyu.
Uçağa yetişeceklerin ayrılmasıyla tek otobüs, Silifke
yakınlarındaki Sarıaydın köyünün yolunu tuttuk. Akarsu boyunca kavaklarıyla
ünlüymüş. Mara’dan 8 km uzakta, derin bir vadinin yamaçlarında. Adı? Aydın’dan
göçenler kurmuş da, ondan, sarısı da kavaklarının şimdiki halinden. Güz vakti
mi gelmişler? Neden? Ne olmuş da yurtlarını terk etmişler? Başka mevzular.
Konumuz şimdi fotograf.
Akarsuyu (Erdemli yakınlarında denize dökülen Aksıfat)
geçtik. İndik. Yamacı geri tırmanıp eski medreseyi görmeye gittik. Harabesinden girip derme çatma bir merdivenden aşağı, hasat edilmekte olan elma ağaçlarının
oraya indik. Yer diz boyu ot. “Alın size ilaçsız, organik mi organik meyve!” Toplanamadan
dökülmüş elma. Tevekkeli değil, elma satın alabileceğimiz bir yer var mı diye
sorduğumuzda anlam veremeden yüzümüze bakmışlardı. Sonunda biri ne kadar
istediğimizi sormuş. Gruptan olan kişi 1-2 deyince de kiloyu ton anlamış. Açığa
kavuştuğunda güldüler. “De gedin! Lafı mı olur?! Aha kovalar, aha ağaçlar, ne
kadar istiyorsanız alın-toplayın, çuvallara katın!”
Ta eskilerde(n) kalma bir gönlü bolluk. İnsanın içi
ısınıyor. Evlerin çoğu beton çağı öncesi, çoğu da harap. Giden gitmiş. Kalan
yaşlı. Gün görmüş, bozulmadan mı tamamlıyor ömrünü?
Medresede Süleymancılara mürit yetiştirilmiş. Ta
Osmanlıdan. 8 yıl önce terk edilmiş. Dere yanında, avluda bir başına uzayıp
gitmiş minare camiden ayrı. Apayrı. Bura cem eviymiş söylentisi dolaşıyor.
Cemaatler, cem evleri. Neler olmuş? Nasıl olmuş? Ama bunlar başka konular.
Konumuz şimdi fotograf.
Bir iki damla atıştırdıktan sonra güneş, bulduğu
aralıklardan sızıp sıkı düzen yükselen ak gövdeli kavakların üstlerinde kalan
sarı yapraklara, bunların kıpraştığı akarsuya vuruyor. Yapraklar altın varak
gibi ışıldıyor.
Karşı yamaçta, harap evlerle aşık atışmasında gibi
görünen mezarlığa takılıyor gözüm.
*
Fotograflar: