Seher vakti aşağı indiğimde kediyi ürkmüş, telaşlı
buldum. Algıladığı tehdit ne ise ona odaklanmış, okşamamla pek yatışmadı. Bir
süre sonra kulağıma ince miyavlamalar geldi, yukarı çıkıp baktım ki yavrusunu
bize getirmiş. Yavrularından birini. Diğeri komşunun boş çiçekliğinde kıvrılmış
kalmış.
Merdiven altına bir havlu yaydım. Bahçeden de toprak
getirip terasın köşesine döktüm. İşte yatak, işte hela. Hoş geldin! Ama içim
ötekinden, bırakılandan yana fena halde buruldu. Kendime takılarak hafife
almaya çalıştım: “Çocuğun olmamış, isabet. İlk aksilikte ölürdün herhalde.”
Dalga geçilen yanım gevşemek bir yana, gerildikçe gerildi ve birkaç saat içinde
kendimi el işi bir cehennemde buldum.
*
Kediyi kucaklayıp deli gibi debelenmesine aldırmadan, yavrularının yanına tırmandığı pergolenin saçağına bıraktım. Hadi, git, ötekini
de getir! Saçma, umutsuz bir hamleydi tabii, dehşet içinde yere atlayıp kaçtı.
Müdüriyete gidip merdiven ve adam istedim. Hayvanat
bahçesi adı altında yaptıkları tel kafese çığlık çığlığa ötüşüp çırpınan yerel
kuşlar dolduran yönetimin müdürlüğü. Talebim müdür beye iletilmiş, işçiler
müsait olduğunda gönderilecekmiş.
Döndüğümde bize taşınan yavru duvarın kenarındaki
açıklıktan balta girmemiş orman sıklığındaki hanımeline dalmaktaydı. Anası boynundan
tutup çekti. Ben açıklığı kapayacak bir şeyler aranırken o bir daha, bu sefer
bitkinin iyice derinlerine giriverdi. Direşken sarmaşığı zorla yana ittiğimde
çiçekliği altından çevreleyen girintiye saklandığını gördüm. Uzandım, dış
tarafa kaçtı. Ön patileriyle tutunmuş, geri kalanı aşağı sarkıyordu. Canlarının
9 olmasına sığınıp sopanın ucuyla dürttüm, düşürdüm. Sabrım taşmış, kızgın,
inip yakaladığım gibi çıkardım, aptal aptal dolanan anasını çağırdım. Koşup
yalamaya, yatıştırıp emzirmeye koyuldu.
Daha düne kadar içimden oluk oluk sevginin aktığı bu
varlığa soğumuş, uzaktan baktım.
Ortalık yatıştığında her zamanki gibi bacaklarıma
sürünmeye, onunla yaptığım gibi benimle konuşmaya, kendi yere atıp bağrını açmaya
başladı. Ama buz gibiydi içim.
Duygularımız ne çok varsayıma dayalı. Aynı dili konuştuğumuz,
aynı öncelikler / “değerler” aleminde olduğumuz, aynı şeylere aynı ağırlıkları
verdiğimiz, bunların benzer dürtüler oluşturduğu varsayımına..
Bambaşka nirengilere, işletim sistemlerine sahip
varlıklara (aslında hepimiz, her şey öyle değil mi?) sevgi, şefkat, merhamet
duyabiliyor musun? Bir kediye mesela? Yaptığı doğal elemenin hiç değişime uğramamış
süzgecine göre hareket etmekten ibaretken davranışını insanlaştırmadan
izleyebiliyor musun, duyguların değişmeden kalabiliyor musun?
Ter içindeydim, gidip denize girdim. Kafamdaki basınç
azaldı biraz.
Bir kalıp buzu çiğnemeden yutmuşum gibi bir mideyle
uzandım.
Aşırı bir tepki hiçbir zaman o anki nesnesiyle sınırlı değildir. Ruhun zangırdadığında nerelere geri gittiğine bak!
Yarı uykuda imgeler üşüştü. Boş çiçekliğin köşesinde kalan
yavru.. Ve Nuriye Gülman! Biçimden biçime girip girdaplarına kendi terk ve terk
ediliş, ilişkilenmeme öykülerimden fragmanlar da katarak dalga dalga
saldırdılar.
Perişan uyandım. Her daim yardıma gelen Ali ustayı işi
gücü arasında aradım. Kısa bir merdivenle gelip çiçekliğe uzandı. “Daha alır
annesi. Biz çıkarıp yanlış bir iş yapmayalım. Keyfi yerinde görünüyor.” Doğa
adamı olan oydu. Hem alsak ve ana reddetse nasıl bakacağız? Ölü ya da diri
oradan indirmemiz gerekecek. Ama belki iyisi ölüme bırakmak. Neden
güvenemiyorum ki doğaya? Neden güvenemiyoruz? İlle de yaşatma inadını sevgiyle,
sevgiyi terk etmemekle bir tutuyoruz? Gereğini haliyle yerine getiremedikçe
canımıza okuyan –hayatı, bağlılığı, sevgiyi- bütün o idealleştirme nereden
geliyor?
Tepkin nesnesiyle değil, senin kendi fizyolojik halinle
belirlenir diyordu bir usta. İçim fokur fokur fokur. Sancım nereden geliyor
farkındayım.
Salamamaktan, olanı olmaya bırakamamak ama hiçbir şey de
yapmamaktan. Senin o hale getirdiğin beden kendini er geç toparlıyor, daha
sakin bir uykudan ertesi gün yatışmış kalktım.
Tut ki yavru kurtuldu. Ne için? Nice avınkine mal olacak
birkaç yıllık zorlu kedi hayatı mı? Olmasa ne olur? Ama bu, hayat olmasa ne olur
sağır duvarına varmıyor mu? Hanımeli sıklığında dokunması gereken (yoksa
hakikaten, ha var ha yok, fark ne ki?) yaşama tartışmasız bağlılığı kemirecek
bir lağım faresi atağına?
Neyse ne, yapabileceğini yap, oradan yavrunun dirisini
çıkart, sonrası Allah kerim olduğu gibi diğer seçenek de pek iç kaldırıcı dedim.
Markete gidip tırmanıcı bir çırak göndermelerini istedim. Merdiven hazırdı.
Çırak geldi, yavruyu elime verdi. Anası yana yakıla, onu orada terk eden
kendisi değilmiş gibi yanına koştu. Şimdi üçü sarmaş dolaş.
*
Sabah Facebook geçmişte paylaştıklarımdan şu alıntıyı
hatırlatıyordu:
“Antropolog Clifford Geertz şöyle yazıyor: ‘İnsan, kendi
eliyle dokuduğu anlam ağlarına dolanmış bir hayvandır.’ Yani, yaşadığımız dünya
pek öyle kayalar, ağaçlar ve fiziksel nesnelerden oluşmuyor. Bizimki bir
hakaretler, fırsatlar, statü sembolleri, ihanetler, aziz ve günahkarlar alemi.”