15 Ağustos 2016 Pazartesi

SİSİFOS’UN PAZARTESİ SABAHI

Yırtık torbadan taşmış yiyecek artıklarını karıncalara bırakabilirim. Geçen seferki salata artıklarına yaptığım gibi sinekleri iyice çoğaltmasınlar diye üzerlerine taş da koyabilirim. Kağıt mendiller, şişe kapakları, izmaritler, sigara kutuları en son iş. İlk toplanacaklar, mercekleşip çam iğnelerini tutuşturuverecek cam şişe ve kırıkları. Bunca -sıfatları boş ver- insanla yangın çıkması sadece zaman meselesi. Düşüncesi iç kaldırıcı. Şu pet şişe ve plastik su bidonu canavarları. Ne incelik!  Bidonları tutacaklarından ipe geçirmişler. Ta neredeki çöp bidonuna bunlarla birkaç sefer yapmak gerekmeyecek. Plastik bardaklar, konserve kutuları. Bir iki torba da kendileri doldurup atmışlar bir kenara. Temiz bırakmaktan anladıkları en fazla bu.

Dün sabah çam çadırın önünde 70 plakalı (neresiyse?) kırmızı bir araba, çadırdaysa bir grup genç vardı. Hafta sonu kampçıları. Çam çadırı canı gönülden paylaşırım. Yeter ki..

“Lütfen temiz bırakın, olur mu?” dedim kızlara özellikle. Temizlerse onlar temizler umuduyla. Tabii dediler. Müzik heybem omzumda, geri döndüydüm.

Elim kolum torbalar, bidonlar dolu, iki sefer yaptım. Çam altını gelecek sefere kadar bir kez daha insan izlerinden temizledim. Ağacın kabuk kabuk gövdesini sıvazladım. “Affet onları, ne yaptıklarını bilmiyorlar!”

*
Bazen anlamaya çalışıyorum. Böylesine bakir bir güzelliğin içine edebilmek için insanın neyi nasıl görmesi gerekir? Ya da görmemesi. Körlük mü, kayıtsızlık mı, saldırganlık mı, nefret, yoksa sadece sevgisizlik mi? Belki yalnızca görüp öğrenilmiş, taklitle sürdürülen bir davranış? Normal, kabul edilir, izin verilir sınıfından bir şey?

*
Sonra gözümü bu hoyratlık karşısındaki kendime çeviriyorum.

Orijinal kalp kırıklığını benimle aynı fikirde olanlara yana yakıla (çokça da bir sohbet konusu bulma hevesiyle) anlata anlata sulandırışıma bakıyorum.

Bir haklı öfke piyesi. Gayet enerjik bir şekilde oynuyorum.

Oysa haklı öfke dediğim zıkkımın o çöp yığınlarından çok daha zehirleyici, kirletici, tutuşturucu olduğunun farkındayım.

Hem de nasıl!

Ne yani, haksız mıyız bu pis, kaba, gürültücü, çirkin güruh ve ettiklerine kızmakla, değil mi?

Değil işte.

Kendi koyduğumuz, evrensel (dedik mi akan sular duruyor), estetik değerler, çevre gibi tartışılması söz konusu edilmeyecek ölçütlere bir güzel dayandırılan kurallara göre oynamayanı fiziksel olarak olamıyorsa zihnen, fikrimiz ve zikrimizle parçalamayı, aşağılamayı, tiksinmeyi, bizim gibilerle iletişimimizin en kolay, el altında malzemesi etmeyi kendimize hak biliyoruz.

Evet, farklılık yenilir yutulur olmayan sonuçlar yaratmıyor değil bazen. Güzelden, doğrudan, iyiden, derinleşme, ilerlemeden yana acı veren bir sığlık..

Ama sonuçta bu bir ölçek sorunu. Körün değneği bellediğimiz kendi ölçeğimizde bu kesimin iler tutar yanı görünmüyor.

Peki durduğumuz yerden devasa ve kapanamaz görünen aramızdaki fark daha büyük bir ölçekte kolayca ihmal edilebilir bir çatlaktan ibaretse?

O haklı öfke öyle bir itme, kaçınma, tiksinti yaratıyor ki bu ihtimali bir düşünce egzersizi olarak bile göz önünde bulundurma önerisi tepkiyle karşılanıyor. “Bırak allahını seversen! Cehennemin dibine. Hiç de sevmek, anlamak vs zorunda değilim bu güruhu!”

Bakışımı saçılan çöplerden alıp işte bu tepkiyi duydu duyacak yanıma çeviriyorum.

Unut gerekçelerini, haklılık-haksızlığını, şu girdiğin hale bak ve söyle bana, hanginiz daha çirkin, yıkıcı?


Madem bu kadar gelişkin olduğun iddiasındasın, başka bir ölçekte bir çatlaktan ibaret farkı bırakıp onlarla insan olmada birleşmeyi bilmek yerine koca bir çoğunluğu iki parmağının ucuyla kaldırdığın gibi çöpe yollamaktan farksız düşünüp hisseden, davranan sen olmayasın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder