30 Ağustos 2016 Salı

DUYGULAR VE İNANÇ

Paul Craig Roberts Yeni Muhafazakar Tehdit’te Amerikalıların inançlarının temelinde çokluk duygular olduğunu söylüyor.

Dışından (politikalarından doğrudan etkilenen bir bölgede olduğuma göre dış-içinden mi demeli yoksa?) seyrettiğimde bunun ne kadar böyle olduğu ayan beyan.

Facebook’ta Amerikalı arkadaşlarımdan 8 Kasım seçimi öncesi sesi en ateşli çıkanlar Hillary Clinton taraftarları. Tüm “demokratlıklarıyla” karşıt görüşlere kapalı, tahammülsüz. Kapıyı başka’ya kapayıp sürgüleyecek kadar adaylarıyla özdeşleşmiş. (Bana, ola ki propagandanın ötesine geçseler, şimdi savunduklarıyla dehşete kapılıp kapıyı o zaman da buna kapatarak sürgüleyecek gibi gelenler.)

Sadece Amerikalıların mı?

Roberts’ın duygu dediği, kaotik, rastgele, çok parçalı bir oluşumun görünen yüzünden ibaret aslında. İnsanın ömür boyu oradan buradan sezgiyle, içgüdüyle, koşullanmayla, taammüden ve bilmeden topladıklarının irili ufaklı mıknatıslar gibi hayattan benzerlerini, bunları destekler görünenleri çekip yapışarak kendi kendini çoğalttığı, büyütüp pekiştirdiği bir oluşumun.

Bir kez hızını aldığında insanın inanmayacağı hiçbir şey bırakmayan işleyişin.

Bunun böyle hiçbir inandırıcılığı, saygınlığı olamayacağı için üzerine kiminde çuval bezinden yapılma, kiminde Christian Dior süzmeliğinde duran bir akıl-mantık kılıfı geçirmek gerekiyor. Adına da ne oturaklı çağrışımları olan İnançlar! demek.


Yeni Muhafazakar Tehdit yoğun, köklü propagandanın, Amerikan üstünlüğüne kayıtsız şartsız inancın temelini kanırta kanırta sorguluyor. (Geçenlerde iltihaplanan dişetlerime girişen hekimin sonunda sağladığı rahatlamayı çağrıştırarak hah şöyle! dedirtiyor.) Sonuçta kendisi de başka bir propaganda ama yapışan ağdayı taze bir ağda parçasıyla çıkartmak gibi; çuvalların, Christian Dior’ların sıyrılıp gidip yerlerini düz seyre bırakmasının özgürleştiriciliğiyle.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

AMA

Disiplin kalsiyum gibi, iskeleti güçlendiriyor olabilir.

Fazlasıysa kireçlenme ya da böbrek taşı demek.

Dikkat!

23 Ağustos 2016 Salı

DEVAMLILIK

Şükran duyduğum bir özelliğim doğal (kırbaçsız, aşağılamasız, içsel oybirliğiyle kabul edilip girileninden) disiplin.

İç-dış dalgalanmalarda iyisi kötüsüyle bunların oyuncağı olmadan yoluma devam etmemi sağlayan bir kılavuz ip gibi.

Ülke durumu, hava durumu, ruh durumu.. “Tamam olabilir. Bulanır, daralır, sonra açılır. Sen işine bak!” diyen bir toparlayıcı.

Kararan enseye rağmen iyi şeyler çıkaran bir süreklilik.

Çalan hava ahenkle kakofoni arasında gide gele dursun, o tıkır tıkır vuran bir metronom.

Yosun tutmuş basamaklardan sayesinde kayıp kafamı kırmadan inip çıktığım tırabzan.


Gönüllü disiplin iyi şeymiş.

18 Ağustos 2016 Perşembe

AYİN

Güneş dağın ardında kaybolmazdan bir saat önce sahildeyim. Batı rüzgarı çoktan çıkmış, ortalığı kasıp kavurmakta oluyor. Haftalardır. İrili (yeni) ufaklı (parçacıklar haline gelecek kadar eski) çöplerin batıya bakan koyun kıyısına kaynaşarak yığılması demek bu yönden esen rüzgar.

Kardeşim, okyanuslarda büyüdükçe büyüyen çöp “yamalarını” (bunlar arasında Texas eyaleti kadar büyük olan varmış) kast ederek yine de şanslıyız! diyordu, çöpsüz aralıklar hâlâ var.

Çöpler konusunda içimi döktüğümde de “Tamam, biz gidip kendimizinkini uslu uslu çöp bidonlarına atıyor, içimiz rahat geri dönüyoruz ama yaptığımız pisliği halının altına süpürmekten ibaret” demişti.

Ardından ekledi. “Aslında bütün yaptığımız sorunlara yer değiştirtmek.”

Derken, kafamda çok mumlu bir ampul yakan bu düşüncenin benzerine Budist Pema Chödrön’de rastladım:

“Dağılan, parçalarına ayrılan oluşumlar bir tür sınav olduğu gibi bir tür şifadır da. Meselenin sınavı vermek ya da sorunun üstesinden gelmek olduğunu düşünürüz, oysa gerçekte sorunlar çözülmez. Bir araya gelir, dağılırlar. Sonra yeniden bir araya gelir, yine dağılırlar. Böyledir. Şifa, tüm bunların oluşuna, acıya, rahatlamaya, perişanlık ve sevince yer açmaktan gelir.”

İri taşların üzerinden, çöp katmanları arasından suya girerken Buda’nın derin bir tenor olarak hayal ettiğim sesinden bunlara ekleyeceği sözünü canlandırıyorum:

“Samsara’yı düzeltemezsiniz!” (Samsara’nın, insanın zihnin sakat işleyişiyle yarattığı yeryüzündeki cehennemin iler tutar yanı yoktur çünkü anlamında. Ancak gerçek doğasını görerek ötesine geçebilirsiniz.)

Çöplerden sıyrılıp sudaki çığlık çığlığa kalabalığa karışıyorum. Tiz sesli küçükler, rengarenk haşema, makarna dedikleri renkli köpükten yüzme çubukları, simitler, kolluklar, irili ufaklı, genç yaşlı, kadın erkek bin bir ayrı hikaye, gerçeklik.

Rüzgar çalkantılı denizden fiskeler, şamarlar savuruyor yüzüme. Suyun rengi kıyıdan açıldıkça koyulaşıyor, ıslak kirpiklerle kıstığım gözlerimde ışık tayfına ayrılırken o menekşe-laciverde dönüyor.

İnsanlar, sesleri çok geride artık. Kaynayan sularda bir başımayım. Rüzgarın keyfine göre dalgalar ya kaba –uzanırsın, hamak gibi kuşatıp sallarlar seni- ya da hırçın ve düzensiz. Su, tuzlu ve sıcak, saten bir pelerin gibi, bikini hariç çıplak bedenimde; benim için dalganın ikisi de bir.

Işık.. Yerini artık koşar adım gölgelere bırakmadan en tatlı halinde. Sıcak, derin, yumuşak.


Ruhumu tersyüz edilen bir cep gibi boşaltıyorum; ışığa, su, rüzgar ve dalgalara. Kımıldanışı suyunkine karışan parçacıklardan ibaretim. Kayaları döven denizin yüksek perdeden uğultusu içinde ben derin bir sessizliğin dibini boylarken güneş de dağın ardında kayboluyor.

16 Ağustos 2016 Salı

DOĞAÇLAMA DERKEN

Piyanist Connie Crothers, cazda emprovizasyon hocalığı deneyimi üzerine kendisiyle yapılan söyleşide bu işe hayretle başladığını anlatıyor. “Kapımdan girenlerden biri diğerine benzemiyordu.” İnsanlar arasındaki farkların derinliğinin bilincine o zaman varmış. “Tek ortak noktamız olsa olsa müzik aşkımızdı.”

“Birinde işe yarayan öğrenme biçimi başkasında yaramıyor ya da ters tepiyordu. Dahası, birinin bu sefer yararlandığı bir şey ertesi hafta anlamını kaybedebiliyordu.”

Bu bir yöntem izlemesini olanaksız kılmış.

“Elinizde dayanak alacağınız hiçbir şey olmaması çetin bir sınav. Ama ödülü de o oranda büyük."

Araya önceden tasarlanmış düşünceleri, metotları sokmadan öğrenciyle insan insana iletişim kurmayı, öğrenciyi de kendi içindeki yaratıcı nüveyle temasa geçirmeyi bu süreçte öğrenmiş.

Aklın, duygunun tüm kırılganlığı, çıplaklığıyla an’a açılmak işte.


Caza da, emprovizasyona da, hayata da bu yaraşır.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

SİSİFOS’UN PAZARTESİ SABAHI

Yırtık torbadan taşmış yiyecek artıklarını karıncalara bırakabilirim. Geçen seferki salata artıklarına yaptığım gibi sinekleri iyice çoğaltmasınlar diye üzerlerine taş da koyabilirim. Kağıt mendiller, şişe kapakları, izmaritler, sigara kutuları en son iş. İlk toplanacaklar, mercekleşip çam iğnelerini tutuşturuverecek cam şişe ve kırıkları. Bunca -sıfatları boş ver- insanla yangın çıkması sadece zaman meselesi. Düşüncesi iç kaldırıcı. Şu pet şişe ve plastik su bidonu canavarları. Ne incelik!  Bidonları tutacaklarından ipe geçirmişler. Ta neredeki çöp bidonuna bunlarla birkaç sefer yapmak gerekmeyecek. Plastik bardaklar, konserve kutuları. Bir iki torba da kendileri doldurup atmışlar bir kenara. Temiz bırakmaktan anladıkları en fazla bu.

Dün sabah çam çadırın önünde 70 plakalı (neresiyse?) kırmızı bir araba, çadırdaysa bir grup genç vardı. Hafta sonu kampçıları. Çam çadırı canı gönülden paylaşırım. Yeter ki..

“Lütfen temiz bırakın, olur mu?” dedim kızlara özellikle. Temizlerse onlar temizler umuduyla. Tabii dediler. Müzik heybem omzumda, geri döndüydüm.

Elim kolum torbalar, bidonlar dolu, iki sefer yaptım. Çam altını gelecek sefere kadar bir kez daha insan izlerinden temizledim. Ağacın kabuk kabuk gövdesini sıvazladım. “Affet onları, ne yaptıklarını bilmiyorlar!”

*
Bazen anlamaya çalışıyorum. Böylesine bakir bir güzelliğin içine edebilmek için insanın neyi nasıl görmesi gerekir? Ya da görmemesi. Körlük mü, kayıtsızlık mı, saldırganlık mı, nefret, yoksa sadece sevgisizlik mi? Belki yalnızca görüp öğrenilmiş, taklitle sürdürülen bir davranış? Normal, kabul edilir, izin verilir sınıfından bir şey?

*
Sonra gözümü bu hoyratlık karşısındaki kendime çeviriyorum.

Orijinal kalp kırıklığını benimle aynı fikirde olanlara yana yakıla (çokça da bir sohbet konusu bulma hevesiyle) anlata anlata sulandırışıma bakıyorum.

Bir haklı öfke piyesi. Gayet enerjik bir şekilde oynuyorum.

Oysa haklı öfke dediğim zıkkımın o çöp yığınlarından çok daha zehirleyici, kirletici, tutuşturucu olduğunun farkındayım.

Hem de nasıl!

Ne yani, haksız mıyız bu pis, kaba, gürültücü, çirkin güruh ve ettiklerine kızmakla, değil mi?

Değil işte.

Kendi koyduğumuz, evrensel (dedik mi akan sular duruyor), estetik değerler, çevre gibi tartışılması söz konusu edilmeyecek ölçütlere bir güzel dayandırılan kurallara göre oynamayanı fiziksel olarak olamıyorsa zihnen, fikrimiz ve zikrimizle parçalamayı, aşağılamayı, tiksinmeyi, bizim gibilerle iletişimimizin en kolay, el altında malzemesi etmeyi kendimize hak biliyoruz.

Evet, farklılık yenilir yutulur olmayan sonuçlar yaratmıyor değil bazen. Güzelden, doğrudan, iyiden, derinleşme, ilerlemeden yana acı veren bir sığlık..

Ama sonuçta bu bir ölçek sorunu. Körün değneği bellediğimiz kendi ölçeğimizde bu kesimin iler tutar yanı görünmüyor.

Peki durduğumuz yerden devasa ve kapanamaz görünen aramızdaki fark daha büyük bir ölçekte kolayca ihmal edilebilir bir çatlaktan ibaretse?

O haklı öfke öyle bir itme, kaçınma, tiksinti yaratıyor ki bu ihtimali bir düşünce egzersizi olarak bile göz önünde bulundurma önerisi tepkiyle karşılanıyor. “Bırak allahını seversen! Cehennemin dibine. Hiç de sevmek, anlamak vs zorunda değilim bu güruhu!”

Bakışımı saçılan çöplerden alıp işte bu tepkiyi duydu duyacak yanıma çeviriyorum.

Unut gerekçelerini, haklılık-haksızlığını, şu girdiğin hale bak ve söyle bana, hanginiz daha çirkin, yıkıcı?


Madem bu kadar gelişkin olduğun iddiasındasın, başka bir ölçekte bir çatlaktan ibaret farkı bırakıp onlarla insan olmada birleşmeyi bilmek yerine koca bir çoğunluğu iki parmağının ucuyla kaldırdığın gibi çöpe yollamaktan farksız düşünüp hisseden, davranan sen olmayasın?

12 Ağustos 2016 Cuma

NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ

İştahlı bir tahtakurdu gibi zihnimi geriden geriye oyan o yenilmez yutulmaz karışım.

Ağır bir hoşnutsuzluk. Hüsran. Kaygı. Süreğen bir ivedilik hissi. Kalk, bir şeyler yap/yapın! Mahcubiyet. Suçluluk. Sırtını dönme isteği. Dönememe.

Takıntılı bir rüyadan uyanmaya boşuna çalışmak gibi.

*
Hiçbir şey açıklamayan basmakalıp açıklamaları geç bir kalem. Belirsizlikle yaşamayı öğrenmeye bak.

Safları pekiştirip karşı tarafa bilendikçe bilenmenin de işe yaradığı yok. Kirli tırnaklarla yarayı kaşımak o. İlkten şöyle bir rahatlatsa da mikrop, enfeksiyon kaynağı. Kafandan yüreğine çekil.

Tükenen ilk kaynak sabır. Ama savrulmaya son verecek alan da sadece onunla açılabilir. Derin bir soluk al, dur ve bekle.

Debelenmeden, kaçıp kaçınmadan görmeye çalış.

*
Devasa bir sorun ve düşüncesi öyle bir baskı yaratıyor ki sanki ancak birden ve külliyen çözümlenirse düze çıkılacak.

Bilmiyorum diyebilmenin onarıcılığı.

Bilmiyorum.

Neler oluyor?

Bireyin/benim rolüm, sorumluluğum, yerim ne, ne olmalı/olmalıydı, ne olabilir bütün bu cadı kazanında?

Ne olacak memleketin hali?

Bilmiyorum.

*
Sonra kendimi tümüyle yaptığıma veriyorum. İştahlı tahtakurdu geriden geriye oyduğu zihnime fon rengini, kıvamını veredursun, dikkatim som. Yüzmekse yüzmek, çeviriyse çeviri, flütse flüt.

Sabah, bir buçuk saatin sonlarında kafamı Bach’tan kaldırmamla çam çadıra girmiş, kenarında beni seyreden beş altı kişilik grupla göz göze gelip irkilmem bir oldu.

Sizin için geldik! dedi aralarından bir kadın. Çama en yakın evde kalıyorlarmış.

“Kim bu denizkızı deyip duruyordum. Dün bayağı da yaklaştım ama sonra dağda tepede.. korktum. Erkek kardeşimle ailesi de gelince hep birlikte bakalım dedik. Sesiniz öyle güzel geliyor ki!.”

*
Sunabileceğini sun.

İddiasız, içten, kendiliğinden.


Hoş bir seda ol sen de.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

KAPLUMBAĞA MOLASI

Çam çadırda, ışık beneklerinin hafif esintiyle oynaştığı notalar kucağımda, dalmış gitmiş, Waltzing Matilda’yı çalıyordum ki sol ayağımın dibinde algıladığım irice ama yavaş bir hareketle irkildim.

Bir kaplumbağa!


Neredeyse ayağıma değecek yakınlıkta durdu. Kaldı. Ona doğru eğilecek olduğumda başını hemen içeri çekmişti; dinleyicimi rahatsız etmemek için göz ucuyla bakıp yokmuş gibi devam ettim. Alabalık’ı da bitiriyordum, haydi bana eyvallah der gibi kabuğunun altında doğrulup yoluna gitti, sarı otların çevresinden dolanıp kuru dikenlerin arasında kayboldu.