Bana bir günlüğüne rehberlik ve şoförlük edecek bir
tanıdığı var mı diye sorduğumda Guida arkadaşı Teresa'yı söyledi.
“Keyfi yerindeyse keskin bir mizahı da olur, seversin.” Aradım, anlaştık. Sabah
otelden içeri alı al moru mor bir Teresa girdi. “Gecikiyorum diye korktum.” Tam
vaktindeydi oysa. Arabasına gittik. Özür dileyerek bagajı açtı. Boş saksılar,
torba torba toprak, alet edevat. “Evden gelmiyorum da, boşaltmaya fırsatım
olmadı.” Bir battaniye çekip dağınıklığı örttü. Bavulumu üzerine koyduk.
Otellerde çalışmış, rehberlik, çevirmenlik yapmış. Şimdi sadece arada bir tura
çıkıyormuş. Hoş bir kaotiklik içinde konuşkan. Araba kiralamaktan neden
çekindiğimi söyleyince ah, sen yönsüzlüğü bana sor dedi. Hey tanrım, bir tane
daha mı?! Sormama gerek kalmadı, gördüm, yaşadım. Ama dili biliyor,
eğlenceli, ülke, insanlar üzerine çok şey anlatıyor. İyi bir rehber.
Şehri çıkıp kıyı boyu yola koyulduk. Cascais (kaşkais),
Estoril, daha ilerideki Sintra, Büyük Lizbon bölgesine bağlı (belki ilçe
karşılığı) yerleşimler. Yanı başımızda Lizbon’a işe gidenlerin yoğun trafiği, boş
şeridimizden kıvrıla büküle ilerledik. Yamaçlarda bahçe içinde evler. Mütevazı,
sıradan, modern, çarpıcı, alımlı. Hepsi de yeşile gömülü. Sizde pek alışveriş
merkezi yok galiba dedim. Olmaz mı dedi tam da yanından geçtiğimiz iki katlı,
çelik grisi, mavi füme camlı binayı gösterip. Yine de bizdeki çılgınlığa
erişebildiklerini sanmam.
Girişinde büyük bir casino ile karşılayan Estoril sönük
bir sayfiye kasabasıyken yıldızı son yıllarda parlamış. Şehre bu kadar yakın,
sakin, yaşaması kolay, güzel bir yer olduğunu söylemişti burada oturan Guida.
İlk görmek istediğim yerde durduk: Boca do inferno,
cehennem ağzı. Bayat bir peksimet gibi ufalanarak yığılan kayalıklarla kıyı bir girinti oluşturmuş. Deniz kudurduğunda dar ağızdan
içeri hücum eden sular metrelerce yukarı fışkırarak (kim bilir nasıl seslerle)
cehennemi bir çalkantı yaratırmış. Şimdi sakindi. Ha desen girilecek halde
(17-18 derecelere itirazı olmayana).
Evlerin seyrelip bir süre sonra hiç kalmadığı yoldan
kıyıyı izledik.
Geniş koylar, kumsal cepler, yarlar, kayalık burunlar..
Sağ yanımızda yoldan tel bir çitle ayrılmış, çeşit çeşit ufak bitki yeşili
işli, kır çiçekleri kaplı bir arazi içlere doğru göz alabildiğine uzanarak
dalgalanmaya başladı.
“Kumullar! Burada inşaatı imkansız hale getiriyor.
Allahtan. Yoksa yasakları delip bulduğumuz her yere bir şeyler kondurmaya
bayılırız!”
İnip avuçladım. Göründüğü kadar ince (ve ılık) bir kum
ama deniz gibi, o da hiç göründüğü gibi durmaz tabii.
“Rüzgarlı günlerde kafanı çıkaramazsın. Açıkta bulduğu
her yerini ince ince keser, kulaklarına, burnuna, ağzına dolar.”
Oradan oraya çalkalanarak yer değiştirirken dört bir yana
tozuyan kum dalgaları hayal ettim.
Orası burasını çekiştiren, pençeleyip ısıran yavrularını
sabrı taşmış bir anne ayı gibi üzerinden silkeleyen doğa hayali ne kadar rahatlatıcı.
“Siz ve inşaat izinleriniz! Gelin, şu kımıl kımıl zemine kondurun
saçmalıklarınızı. Sıkıyorsa!”
Yarlar üzerinde son bir geniş viraj ve Cabo da Roca, kaya
burun, “karanın bitip denizin başladığı yer,” Avrupa’nın en batı noktası karşımızdaydı.
Nedir en’lerin insan üzerindeki bu cazibesi? Bir yeri, anı
sıradan olmaktan çıkarıp ona somutluk, belirginlik kazandırdığı, dikkati çekip kazandığı
için mi en.. herhangi bir şey bu kadar merak uyandırır?
Çekime bağışık değilim. Burası kıtanın en batı noktası denmese
daha önce ve sonra gördüklerimden farklılaşmayacak burun, altını çizip çerçeveleyerek
sahip olunacak bir şey haline geldi.
Kamerayı Teresa’ya verip tepesinde haçı, nişan sütünu önünde (enlem ve boylam plaketinin yer aldığı deniz tarafının arkasında) dikildim.
Sonra yere oturup flütümü çıkardım ve bu an için tasarladığım
ritüel olarak üfledim –daha doğrusu deliklere hücum edip sesi emen, çatallaştıran
rüzgarla birlikte üfürdük.
Sintra ile birlikte tepeler, yamaçlar dolusu sımsıkı,
koyu bir yeşile daldık.
Teresa, ünlü Pena sarayını kast ederek o tamam ama ben
sana asıl kapüşonlu (diye anılan Fransisken) rahiplerin kayalara oyduğu manastırı
göstermek istiyorum dedi.
Kıyısı eğreltiotu kaplı gür orman içinden daracık yolla
birlikte tepeye doğru kıvrıldık.
“Şey.. çift yön mü burası?”
Fiat Linea’sının çilekeş vitesleri arasında dolanan
Teresa evet, dedi. “Merak etme, karşıdan araç gelirse sığışırız bir şekilde.”
Lafıyla birlikte hızını hiç kesmeden devam etti.
“Kayaları görüyor musun?”
Ağaçlar arasında yer yer yuvarlak hatlı, sütlü kahverengi
dev bloklar üst üste, yan yana sıralanmış gibi duruyordu. Enstalasyon dersin.
“Kıvrımlarının dişiliğine bak. Henry Moore kayaları.”
Güldü. “Evet ama daha şaşırtıcı olan burada ne
aradıkları. Morfolojik yapıları suyla, denizle ilgili olduklarını gösteriyor.”
Yerkabuğunun dev dalgalanmaları işte. Akıl almaz güçlerin
akıl almaz zaman ölçülerinde ettikleri.
Bilmeyenin kaybedeceği bir patika ve kayalar arasından
kapüşonluların manastırına girdik. Düsturlarının
yalınlık, doğaya karışırcasına yakın olmak olduğu besbelli. Kapıları,
pencereleri yalıtmada bolca kullandıkları şişe mantarından ötürü buraya mantar
manastır da diyorlarmış. (Yerli bir ürün olan mantar, tıpkı seramikleri gibi
yeri göğü kaplayan, izolasyon malzemesinden takıya, çantadan kartpostala,
tuvale, akla geldik gelmedik her işte kullanılan bir bolluk.) Her yer yeşildi.
Kayaları tutan yosun, daracık pencereleri dolduran orman görüntüleri. Kana kana
yeşil. Daracık hücrelere, mutfağa, yemekhaneye girdik çıktık. Doğaya biz fazla
yerini almayalım der gibi yaşamış, öldüklerinde bile belki bu düşünceyle
diklemesine gömülmüşler.
Çok daha güzel değil mi, dedi Teresa. “Ben bunu altından,
süslemeden, şaşadan geçilmeyen bütün o katedrallere yeğlerim.”
E haliyle.
Sintra tepelerinde görülecek daha çok şey var. Magrip
kalesi, ünlü sarayı yaptıran II. Ferdinand’ın kontes aşkı için inşa ettirdiği
şale, bahçeler.. Sadece Sintra ve etrafına bir buçuk gün ayrılabilir. Ben bir
de Pena sarayı olsun dedim.
Bir Disney prodüksiyonu gibi duran sarayın fantezisinden
fırladığı II Ferdinand Almanmış. (“O vakit ben ona bundan böyle kısaca Fritz
diyeceğim!”) Hassas duyguların adamı, sanatçı kral olarak anılmış. (Teresa ile
aynı anda, Neuschwanstein’ın Bavyera kralı, Wagner aşığı II.Ludwig’i gibi
dedik.) Kral, o da olsun bu da olsun (Arap, İspanyol, Doğu, havale geçirirken
görülen sanrılar..) diye divitini altın hokkaya batıra çıkara çiziktirdikçe
mimar-mühendislerin onca işi tepedeki inşaat zeminine nasıl yerleştireceğini
düşünerek herhalde soğuk terler döktüğü bu eklektik yapıda Fritz’den itibaren
krallar yine de şaka maka 1910’a kadar oturmuş. Rengarenk, biçim biçim
kulelere, teraslara, surlara ine çıka eteklerde çepeçevre uzanan muazzam parklara
şaşıp kala yapının yüreğine, konut kısmına geldik.
Sonunda! Üstünde hala saç telleri olan yastıkları ve uğradıkları hışımla yamulmuş kraliyet diş fırçalarını göremeyeceğim diye
endişeleniyordum.
İspanyol-Arap bezemeli iç avlu boyunca sıralanan yemek
salonları, tütün-çay- yatak odaları vs’yi gezdik. Diş fırçasından fazlasını,
kadife kaplı minderi kaldırıldığında taharet küveti olarak kullanılan altın
yaldız ayaklı puflar bile gördüm.
Park içinden tırmanıştan daha zorlu bir inişle arabaya
döndük. Duvarına bitişik ızgarasından dumanlar tüten kendi halinde bir
lokantanın bahçesine oturduk. Buradakilerin çoğu turistik, pahalıymış. Bir
yemek taş çatlasa 15 E’dan fazla tutmamalı. Hovardalık etmeyeceksen pekala
bunun yarısına da gayet iyi yiyebiliyorsun –çeşit isteyenler tapa/meze de
seçebilir.
Duman altı olduk ama iyi bir yemeğin ardından Sintra
kasabasına indik. Yeşil burada da soluk kesici. Eski, renkli, güzel yapılar,
taş döşeli dar yokuşlar. Büyük parkların derinlerine çekilmiş malikaneler.
Biraz yürüdük. Biçiminden ötürü “yastıkçık” (piriquita) dedikleri tatlıyı en
ünlü fırınından alıp bir kilisenin yamaçlardan aşağı, uzaktaki okyanusa bakan
turistsiz, hiç kimsesiz arka bahçesinde duvara oturup yedik.
“Portekiz’in bol un, yumurta, şekerli geleneksel tatlılarının
tarifleri manastırlardan gelme ve birer sağlıklı beslenme felaketidir.”
Eh, izin verilen tek haz kaynağı bu olunca, herhalde.
Şerbet eksiğiyle bunlarda Arap şehveti de yok değil.
Yola otobandan devam ettik. 2002’deki katılımıyla Portekiz’in AB’den aldığı fonları eğitim, sosyal projeler, tarım yerine
tüketimi körükleyici şeylere yatırdığını anlattı Teresa. “Koca koca havalı
araçlarla gezinecekleri otoyollar eğitimden de tarımdan da daha önemliydi
tabii!”
Sintra’nın romantik güzelliği geride kalmış, yolun iki
yanında seyrelen bir yeşil içinde bizdekini andıran bir savrukluk,
duyarsızlıkla kondurulmuş yerleşimler onun yerini almıştı. Denizden de uzak,
yavan bir geçişti.
Tuuh! dedi Teresa. “Alcobaça ile Batalha’nın çıkışını
atladım. Bir sonrakinden çıkıp dönsek mi?” Yön duygusundan hiç nasibini
almadığını anlamışım, boş ver dedim. Vakitlice Caldas da Rainha’ya
gitmeyi iki yer daha görme pahasına da olsa sonuçsuzca dönüp durmaya yeğleyecek
kadar da yorgundum. Başımıza geleceği ne bileyim!
Akşamüzeri Obidos’un yeşil bir tepeyi kuşatan surları
göründü. Bu saatte varmanın iyi tarafı son turist otobüslerinin de ayrılmak
üzere oluşuydu. Portekiz’in 7 harikasından biri sayılan Obidos bizim gibi tek
tük turiste kalmıştı. İnişli yokuşlu kıvrım büklüm daracık sokakları, mendil
serimlik bahçeleri, Arap, Gotik, Rönesans, Barok.. kaç dönemden korunmuş
mimarisiyle Obidos hele bu ışıkta görülesi bir yer.
Cephesinden hoşlanıp girdiğimiz bir kilisede kitap
rafları, tezgahlarıyla karşılaştık. Olur a. Ama bunları geçtiğimizde ta apsise
kadar her yerin kitap dolu olduğunu gördük. Din kitapları da değil, çeşitli
dillerden sadece kitap.
Kitaba adanmış bir kiliseydi!
Sadece burada oturanların araçlarına izin veriliyordu. Hoş bir
yerdi olmasına ama yaşamak için fazla dar, kapalı, zamana sırtını dönmüş.
Gelirken aklında tut, buradan döneceğiz dediği göbekten
her nasılsa geçmedik. Başka bir yoldan alakasız bir yönde ilerlerken
ortalıktaki tek tanrı kuluna (çöpünü dökmeye çıkmıştı) sorup birkaç yanılmanın
ardından otobana döndük. Kısa bir yol gittikten sonra ne kadar ödediğine
baktım. 10 küsur E!
“Soygun bu!”
“Düpedüz. Üstelik kendini çoktan çıkarmış yollardan
da almaya devam ediyorlar.”
Nihayet günün son durağı Kraliçe Kaplıcalarına, Caldas da
Rainha’ya vardık. Gördüğüm fotolar Obidos benzeri tarihi, alımlı bir yerdendi.
Burasıysa yıldızı hiçbir zaman parlamamış bir taşra kaplıcası gibiydi. Kılıksız
yeni apartmanlar, tatsız betonlaşmayla bir kez daha memlekettesin deseler
yadırgamayacağım bir yer.
Rezervasyonu yapan kuzenime bakarsam Dona Leonor buranın
tek oteliydi, kime sorsak bilirdi herhalde.
Sen öyle san!
Kısa sürede iki şeyden emin oldum.
Umutsuzca kaybolduğumuzdan ve Portekizlilerin yer
tarifinde eşsiz bir merhamet, adanmışlık gösterdiğinden.
Dona Leonor’u duyunca duruyor, nasıl anlatacaklarını epey
düşünüyor, ardından her biri (on kişiye sormuşuzdur) dakikalar süren bir tarife
girişiyordu.
Söze hep, yaya olsaydınız kolaydı da böyle biraz çetrefil
diye başlıyorlarmış.
Ama yılmıyorlardı. Genç bir adam sonunda benim tarafımdaki
kapının önüne çömelerek tarife devam etti. Küçük oğlunun elinden tutan başka
bir adam yolun ortasına, yanımıza geldi. Gülerek ilk söylediği, buradan epey
geçtiniz, ne zaman durup soracaksınız diye merak ediyordum olmuş.
Önce kişisel bir özellik sandım ama hayır; gözünüzün ta
içine ve muhabbetle bakarak cevaplıyorlar. Teresa dağınık görünümüyle insanları
ilkten irkiltse de bunun yerini hemen ardından sempati alıyordu fakat bunun
Teresa’nın ilişki kurma biçimiyle sınırlı olmadığını sonradan pek çok kez
kendim gördüm.
Sonu gelmez bir tarifi doğru bir iki dönüşün
ardından otelin yön tabelası izliyordu. İlk birkaç sefer sevinip kurtulduğumuzu
sandıysak da aynı yerde dönüp duruyorduk. Aynı küçük otobüs terminali, mahkeme,
kilise.. Hava karardıkça soracak insan da azalıyordu.
Benden çok daha yorgun olması gereken Teresa iyimserliği, neşesinden hiçbir şey kaybetmezken içimden hırlamaya başlamıştım.
Sonunda gecikmiş bir uyanma anıyla kilisenin solu yerine
sağından döndük ve bu arada kaplıcaların tek oteli filan olmadığını anladığımız
Dona Leonor karşımızda beliriverdi. Bir günlüğüne anlaştığımız Teresa
çevirmenliğimi yaparak Caldas da Rainha ve civarındaki atladığımız yerlere tur
olmadığını, sonraki durağım Coimbra’ya otobüsle gidebileceğimi öğrendi. Önünden
sayısız kez geçtiğimiz ufacık terminalde de Coimbra’ya ilk seferin ertesi gün
öğleden sonra olduğunu. Bilet almak için davrandığımda seni ben götüreceğim
dedi. Bırakıp gitmek içine sinmeyecekti. “Hem çıkışlarını kaçırdığım için
Alcobaça ile Batalha’yı görmemen benim suçum. Yarın onları yaparız, sonra seni
Coimbra’ya bırakırım. Aynı ücreti de istemiyorum, ne uygun görürsen onu
verirsin.” Jesti makbule geçti, sevindim. Otelde bir oda daha tuttum (ona kalsa
Lizbon’a dönüp sabah geri gelecekti). Rahatlamış, bu kez otelden tavsiye ettikleri
Paşa lokantasını (evet, adı buydu) aramaya koyulduk. Ama şimdi yayaydık ve merhametli
bir kadın, anlayışımızı şöyle bir tarttıktan sonra çareyi bizi köşe başına kadar
götürmekte buldu.
Fena olmayan mezeler, sofra şarabı, kahve ile iki kişi 16
E’ya yiyip içtik. Olayları benzer şekilde çarpıtıp aynı şeylere gülerek günün sonunu
başladığı gibi iyi getirdik.
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6290416222678091473
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6290416222678091473
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder