Hava tahmini yağmur diyordu ama gün ışıl ışıl başladı. İş
saatine denk geldiğim sıkışık metrodan dara dar indim. Teresa gör demişse bir
bildiği vardır diye dün atladığım Aziz Francis kilisesine yollandım. Haklıymış.
Yoksulluğu erdem bilen tarikatın 13. yy’da sade bir yapı olarak başlayan
kilisesi yıkım, onarım ama asıl güçle ilişkisindeki değişimle katman katman
zenginleşmiş. Taş yapı, 17-18. yy’da giydirilen altın yaldızlı ahşap oymalar
arkasında neredeyse kaybolmuş. Dövülmemiş yanı kalmayan dövme tutkunlarının
vücudu gibi. Zamanla mimari ve bezemeye yansıyan bu dönüşümü görmek ilginç. Bitişiğindeki yapının bodrum katındaki duvar mezarlığı da.
İnişler, yokuşlar, kalabalık caddeler, ıssız geçitlerde
yönsüzlükle büyüyen mesafeler boyu yürümek yürümek. Sol dizime arada bir
saplanan ani sancı dışında bedenim akıyor. Bunu uzak olmayan bir gelecekte
hasretle hatırlayacağımın, hareketliliğin nasıl bir lütuf olduğunun
farkındayım. Hala sahip olacak kadar genç, değerini bilecek kadar yaşlı.
Derken.. Clérigos kilisesinin şehre panoramik bir bakış
sunan çan kulesine tırmanmak isteyenlerin kuyruğuna girdim. Bir görevli inen-çıkan
trafiğini düzenliyor, sayıyı eşit tutuyordu. Dar, yüksek basamakları dönerek
çıkar inerken karşıdan gelenin iri yarı olmamasına dua ediyor,
karşılaştığınızda nefesinizi tutup duvara yapışıyorsunuz. Şehir, ırmak bu
yükseklikten hoş görünüyor ama mazgallar, kalın duvardaki açıklıklarla
beklenmedik çerçevelenişlerine birkaç saniyeden fazlasını ayırmak, parçası
olduğunuz kalabalığın mekanik hareketinde imkansız. Turistik kalabalık,
parçalarının toplamından çok daha küçük, beyinsiz, anlamsız bir.. şey.
Hava kapadı. Kırmızı otobüse atladığımda silecekleri bir
iki çalıştıracak kadar atıştırdı. Serralves-Modern sanat müzesini bu zamana
düşünmüştüm.
Aslında bir sergi binasıymış. Silvestre Pestana ilgimi
çekti. Şiire antifaşist direnişin görsel dili olarak yaklaşan 60’ların Portekiz
deneysel şiir grubundanmış. Dili eğmiş bükmüş, parçalarına ayırmış, yerinden
oynatıp başka anlatımlarla birleştirmiş.
Serralves’in geniş bahçesi başlı başına bir sanat.
Hava yeniden açmıştı. Karşıya, yüzlerce yıllık şarap
üreticilerinin tadımlık ve satış yerleriyle ırmağın Gaia kıyısına geçtim.
Şaraphanelerin, önlerindeki lokanta, kahvelerle eski, renkli, hoş bir yapı şeridi
ve suda şarap fıçısı dolu tarihi-güya tarihi teknelerin hemen arkasında gri,
özelliksiz yeni yerleşim yükseliyor. Porto’yu, tarihi kordon boyunu bir de
sırtımı Gaia’ya vererek seyrettim. Ezbere söylediğim Porto şarabını epey
bekledim. Lello Kitapevinin saygıdeğer Domingo beyi başını esefle iki yana
sallar, güneş altında bekletip durdukları müşteriler etrafında ilgisiz,
etkisizce ayak sürüyen garsonlara kitapevinin görkemli vitrayındaki sloganı
işaret ederdi: “İşiniz saygınlığınızdır.” Müşterinin evrildiği biçimi hesaba
katar, yeni hizmet kuşağından anlayışını esirgemezdi. “Ama yine de.. kiminle ne
şartlarda olursa olsun, işiniz hakikaten saygınlığınızdır mirim.”
Karşılaştırma imkanım olmadan (ilk ve son Porto
kadehimdi) şarabın her yudumuna kulak kesilerek içtim. Ayaklanan duyularımdan
yükselen nidaları süzmeden sıralıyorum: Tatlı ve oturaklı, koyu, kızıl, çekici
bir loşluk içinde tınılı. Daha kesin bir ifadeyle çello dengi bir his aldım.
Bahtiyar oldum.
Evet, ama pilim de bitmişti. Onu oraya konduranın
ecdadına rahmet okuyarak teleferikle yukarı, köprü başındaki metro durağına
çıktım.
Koma benzeri uykudan uyandığımda akşam yemeği vaktiydi.
Pastanelerle bir et lokantası dışında bir şeye rastlayamadan yürüdüm. Sonunda
karşıma El Corte Ingles çıktı, İspanyol Yeni Karamürsel’i. Altıncı katındaki restoranda
bu defa dile kulak vermek yerine bir Cuma akşamı eş-dost, aileleriyle gezmeye gelmiş
Portekizlileri seyrettim uzun uzun.
Bir kez daha Afrika-Akdeniz-biz çağrışımları. Avrupalılığı
fazla gelen bir ceket gibi çıkarıp sandalyenin arkalığına astı asacak bir kendine
özgülük.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder