Sabah eski şehrin şiddetle İstiklal
Caddesini çağrıştıran bir caddesinde yeni yeni açılan pastanelerden birine
oturduk. Kahvaltımı koyu tatlı şeylerle yaptım (sigaradan sonra tatlıyla bağımı
da çözmem gerekecek). Raflardaki içki şişeleri dikkatimi çekti. Yalnızca
Porto şarapları değil, her türlü alkol. İçki satışı için özel izin gerekmiyor
mu? Gerekmiyormuş. Böylece fırınlarda, pastanelerde bile her çeşidini bulmak
mümkün.
Bir kez daha Medine kapısından geçip
tepeye, üniversiteye yürüdük. Yamacın ortalarında bir kilisenin açılmasını
beklerken Teresa karşıdaki bir binanın duvarında Karanfil Devriminin ünlü şarkıcı-ozanı
José Afonso’nun (O Zega) seramik
portresi ile bu evde yaşadığına dair plaketi gösterdi. Devrime sesini
verenlerden çok önemli bir figürmüş. Açık bir pencerenin kenarına bir çift spor
pabuç duruyordu. Evi müzeye dönüştürülmemiş.
Kilise açılmadı, yola devam ettik.
Portekiz’de gördüklerimin daha fazlası
değilse yarısı dünya kültür mirasından sayılmış, Coimbra Üniversitesi de
onlardan. Tarihi yapıların etrafına Salazar döneminde kişiliksiz binalar eklenmiş.
Göz onları hızla geçip tıp ve edebiyat fakülteleriyle tepelerden ırmağa, şehre
bakan meydanda duruyor. Dünyanın hala eğitim veren en eski
üniversitelerindenmiş (kuruluşu 13. yy).
Bilet alıp kütüphane önündeki kuyruğa
girdik. Belirli zamanlarda ziyaretçi alınıyor. Nedenini içeride anladım. Ama
ilk “bilgi” okuduklarımdan değil, bedenimden geldi. Kuru, serin loşluğuna
adımımı attığım an huşu duydum. Yüksek tavanına kadar iki katı fırdolanan
kafesli dolaplar, raflar dolusu yüzlerce yıllık kitap. Yanlarda büyük masif
masalar. İç içe salonların büründüğü koyu kahve, altın yaldız, bordo.
Kokladığım en hala yaşayan geçmiş kokusu. Eski, yine de taze.
Sessizlik.
İçerideki bütün bir ziyaretçi grubuna
rağmen seslerin üzerine hepsini eşit boğan bir sessizleşme örtüsü atılmış gibi.
Tanrıya şükür foto çekmek yasak.
Sadece gör, hisset. İstersen çeşitli
dillerde hazırlanmış broşürlerden bilgi edin.
Şunları öğren sözgelimi:
Kütüphane ısı yalıtımıyla bir tür termos
gibi tasarlanmış –heybetli kapısının belirli zamanlarda açılmasının nedeni
buymuş. Kitaplar böylece ısı ve nemden azami ölçüde korunuyor.
Kurtları uzak tutan bir ahşap
kullanılmış.
Yine de kadrolu personeli arasında ufak
zararlılara karşı yarasalar varmış; gece el ayak çekildiğinde uçuşmaya başlar, içeri
sızan, üremeye cüret eden ne kadar böcek varsa silip süpürürlermiş –ama tabii raflar bundan önce yarasa pisliğine karşı örtüler ve özenle kapatılırmış.
İçimden yerlere kadar eğilerek çıktım.
Barok kütüphaneden aşağı,
hapishaneye indik. Üniversitenin ayrı yasama organı olduğu zamandan kalma, dar
bir döner merdivenden inilen, beyaz badanalı boş odalardı. Bizden başka kimse
yoktu, yankısını şöyle bir yokladım. Müthişti. Saldım sesimi, eğip bükmeyi,
çoğaltıp doldurmayı, uzatmayı mekana bıraktım. Bir iki nota, derken doğaçlama
cümle parçaları-cümlelerle serpilen sesler.
Çıkarken durup kulak kabartmış
insanlarla karşılaştım.
Üniversite şapelinin kapısında girmek için tıklatın notu vardı. Görevli bir öğrenci açıp bizi iki kişi dışında boş kiliseye aldı. Nispeten ufak, aydınlık ama bezemede kaynak esirgenmemiş diğerlerinden hiç geri kalmayan bir mekan. Hala kullanılıyor, burada düğünler de oluyormuş (profesörlerin ve parasını verirse dışarıdan çiftlerin). Çıkarken koca bir ziyaretçi kuyruğuyla karşılaştık.
Yön konusunda tanrının unuttuğu bir kul olabilirim, buna karşılık kusursuz bir zaman-ritim duygum var. Rehberken de turist olarak da en olmayacak yerlerde kalabalıkları teğet geçmemi sağlayan, gürültü, kargaşa arasında sükunet adalarının kokusunu aldıran şaşmaz bir içgüdü.
Akademik doktor adaylarının jüri karşısına
çıktığı büyük salona üst galeriden baktık. Köşede bir bölüm şamatacılara
(fanfar) ayrılmış. Tezin kabul edildiği bunların kopardığı kıyamet (ziller,
davullar, kim bilir daha nice gürültü aleti) ile duyurulur, salonun sessizliğe
bürünmesi ise olmadı! anlamına gelirmiş.
Buradan çıkılan dar balkon boyunca kente
nefis bir bakış var.
Çıkışa yakın aşağılardan çatal bıçak
sesleriyle sivrilen bir uğultu yükseliyordu. Üniversite kantini! Bayılırım.
İnelim de çocuklarla bir kahve içelim dedim. Bol mürekkep (artık printer
mürekkebi), kağıt, yüzlerce genç kokunun o kendine özgü karışımıyla okul
nefesi. Sarı, kırmızı, beyaz plastik sandalyelere çökmüş, kitaplarına
notlarına, sohbetlerine gömülmüş, beklentileri, korkuları, umutları hayatça kim
bilir kaç değişime uğratılacak gençler. Taslak yaşamlar.
Aşağı, şehre dönerken bakımsızlığın, kir
pasın bile halel getiremediği güzellikte binaların önünden ve
meyve-sebze-et-balık (biraz da çul çaput) halinin içinden geçtik. Kirazın kilosu
11 E’ya kadar çıkıyordu.
Toparlanıp otelden ayrıldık.
Arabanın bagajı, benim görevim dün
sonlanacaktı, sen de nereden çıktın yine dercesine bavulumu almıyordu. Şöyle
bir kazı çalışması ardından yeri değişen bir çekmecenin engel olduğunu fark
ettik. Ahşap işli eski, güzel bir çekmece. Teresa hayretle bakıp bunun burada
işi ne ki dedi araba ve içindekiler kendisine ait değilmiş gibi. Çekmeceyi ikna
edemeyince içeri aldık.
Otoyola bulaşmadan, oradan 60 küsur km
olan yolu biraz uzatıp Portekiz Venediği Aveiro’ya geldik. Kanallarla
gondolların fotografik güzellemesine kapılmışım. Girişi sıradan, merkezi ufak
art nouveau yapılarla hoş, Venedik benzetmesinin kaynakları ise şeylerin
asıllarından şaşmama gereğini hatırlatır büyücek bir şehir. Gondol turu yaparım diyordum
ama Gençlik Parkı havuzunda dolanmaktan daha heyecan verici olacağa
benzemiyordu, vazgeçtim. Gondolların burunlarındaki birer çizgi roman
zenginliğinde sahneler (ve “edepsizlikte birbiriyle yarışan isimler”)
eğlenceliydi ama.
Teresa bir kez daha haklı çıktı: Bundan hiç
şaşma, nerede yediklerini yerlilere sorarak lokanta seç, pişman olmazsın.
Arkalarda bir halk lokantasına öyle gittik. Üzerine yine bir manastır tarifiyle
yapılmış yerel tatlıdan aldık ama şiddeti benim için bile biraz fazlaydı.
Olabildiğince kıyıda kalarak denizin
içlere girdiği sazlıklarla batak alanlar, kumullar boyu ilerledik. Sahil
kasabası Esmoriz’in (“Portekiz St.Moritz’i?”) okyanusta sonlanan ana caddesinin
ucuna kadar gittik. Kıyı boyu bir duvar çekmişler, Atlantik görünmüyor, sadece
gümbürtüsüyle kaldırdığı tuz serpintili pusu geliyordu. (Neden getirildiği
anlaşılmayan bir otobüs dolusu ilkokul çocuğu vardı, duvarın önündeki dar
alanda çığlık çığlığa, sevinç içinde kaynaşmaktaydılar.) Biraz ilerideki açık
ve boş kumsalına yürüdük. Rüzgarın tuzlu tokatları fazlasına elvermiyordu,
döndük.
Otelim Porto’da değil, Douro (doro) ırmağının
karşı kıyısındaki yeni yerleşim Gaia’da imiş. Onca sakin saatin ardından iş
çıkışı trafiğinde şehir curcunasına buradan daldık. Odama yerleştim. I. Louis
köprüsüne kadar yarım saate yakın yürüdük. Köprünün üst katı iki şehrin
tepelerini, alt katı da kıyılarını birleştiriyor. İkisi de yayalara açık. Baş
döndürücü bir yükseklikten nehre, Porto’nun tarihi, rengarenk rıhtımı Cais
da Ribeira’ya, şarap fıçılarıyla dolu, uzun kürekli teknelerine
(rabelo), ufacık insanlara bakarak karşıya geçtik.
Dönüşte böylece beni Porto ile de tanıştıran Teresa ile
kırk yıllık ahbap gibi vedalaştık. Suyunu döküp kollarımı Porto’ya sıvadım.
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder