29 Mayıs 2016 Pazar

"ŞİMDİ LÜTFEN YERLERİNİZE GEÇİN, KEMERLERİNİZİ BAĞLAYIN VE İKAZ IŞIKLARI SÖNENE KADAR.."

Yolculuğun son bir saati yeryüzünün 36 bin fitten sunduğu seyirle geçti. Öğle sonrası güneşli semada çoğu yeşil, biraz sarı, derken kızıl ve bunların çeşitli tonundan dörtgen, yamuk, yusyuvarlak parçaların ben diyeyim Klimt, sen de Klee, ardından evet evet, düpedüz Picasso! çağrışımlarıyla oluşturduğu resimler üzerinden uçtuk uçtuk. (Pablo ülkesine bu yükseklikten bakmış mıdır? Bakmamış bile olsa gözümü böyle görmeye hazırlamış, sağ olsun. İnsan eliyle doğa ananın bu ortak işi, Boeing 737’nin bir karışlık ekranında iftiharla sunulan en yeni filmlerden tartışılmazca daha seyirlik, tekrarı da yok.)

Son zamanların hareketli sergi anlayışında böyle bir İspanya geçişinden sonra hızla alçaldık, ne kadar yaygın olduğuna hayret ettiğim Lizbon’a konduk.

Havaalanından 14 Euro uzaklıktaki otele eşyamı attım, nerede olduğumuzu –ortalarda bir yer- şehir planında işaretletip çıktım. Yakınlardaki Gulbenkian Müzesine gidecektim ama geniş caddenin (Republica) karşısında, çok yüksek ağaçların gür yeşili tepesinden görünen kızıl kuleli, soğansı kubbeli yapı dikkatimi çekti. O tarafa yürüdüm. Yeni açmış fırça çiçekli tarhlarıyla büyük bir parkın çevrelediği yuvarlak yapı Campo Pequeno imiş, boğa güreşlerinin arenası olarak yapılmış ama artık sadece güreşler değil, çeşitli etkinlikler için de kullanılıyormuş. (Portekiz’de boğa öldürülmüyormuş ama oraya kadarki eziyet aynı imiş.) Etrafını döndüm, yan tarafından yine geniş başka bir caddeye çıktım. Plana bakıyor, bakıyordum ama anlamlanabilmesi vahiy inmesi kadar düşük bir olasılıktı, katlayıp bir geçene sordum. Tam ters yönü işaret etti. Çark edip hepsi de çok geniş, düzgün cadde, sokaklar boyu yürümeye koyuldum.





27 dereceyle sıcak ama yapış yapış değildi. Şehir nefesinde yer yer okyanus havası, bazen şöyle bir Afrika kokuveriş. Zaten duygusu da öyle karmaydı. Planın oturaklı büyüklüğü. Derken kişiliksiz orta boy binaların bitişik düzeni –aralarda eski, çok güzelleri de vardı. Çirkinlikte (tabela çığırtkanlığı yok mesela) yarışamayacak olsa da kendi halindeliğiyle bizi andırır yerlerden geçtim.



Ayağımın altında hep aynı ende, park etmiş araçlarla iç edilmeden, çukursuz tümseksiz tatlı bir basışla uzayıp giden kaldırımlar. Mozaik taşları zamanla (zaman! bizim gencecik göçen kaldırımların hiç tanımadığı şey), basıla basıla cilalanmış. Zeminleri hafifçe dalgalanmış ama o kadar. Kullanılan çeşitli tür taşın doğal renkleriyle bazı yerleri açıklı koyulu desenli. Bir anakondanın sırtında gibi yürüdüm oralardan. (Daha sonra hepsi de deniz temalı desenli olanlarını gördüm: Yelkenliler, dalgalar, balıklar, denizatları..)



Palermo, Tanca, Adana, Mersin.. bir rüyada iç içe geçer, her köşe başında biri diğerine dönüşür gibi.

Tipleri bizi andırıyor. Uçakta da ağzını açana kadar Türk sandığım insanlar vardı. Milliyeti ilk ele veren bakışlarına kadar. Epey de siyah var. Brezilya’dan, eski Afrika kolonilerinden göçenlermiş.

Kulak kabartarak aralarından geçtim. Al sana kulaklar dolusu içini eriten Portekizce. Kaldırımlarının taşları gibi, ağızda çevrile çevrile köşelerini, sivriliklerini kaybetmiş, tatlı eğrilerle, bazen bir virajı alan tramvay gıcırtısını çağrıştırır bir sürtünme, yerinde dönmeyle, kaldırımları misali hafifçe dalgalanarak uzayıp gidiyordu.

Yabancı olmayı sevme nedenlerimden biri, kanıksayıp gittiğimiz şeylerin aslında ne kadar olağanüstü olduğunu hatırlamak. Diline göre fokurdayan, tıslayan, gıcırdayan, takırdayan, şakıyan, patlamalı, inlemeli sesler çıkarıyor ve bunlara ortak anlamlar yükleyip birbirimizi anlayabiliyoruz mesela. Başkasına yabancı şehirlerde peyniri içindeki fareler gibi cirit atabiliyoruz. Karmaşık davranış kodları içinde burnumuzu karıştırır gibi hareket edebiliyoruz. Yabancı bir yere gittiğimde beni en çok tazeleyen şeylerden biri akvaryuma dışından bakış. İnsanın daldığı rüyayı dışından görmek.



Trafik ışıklarına bayıldım. İnsan boyundalar. İş çıkışına yakın öyle çılgın bir trafik de yoktu.

Bir iki kez daha sorup rota düzelterek Gulbenkian’a geldim. Sık yeşilli, gölcüklü, ördekli büyük bir park içinde. Birkaç kahve, galeri ve Bauhaus tarzı ana bina. (Parkın öbür ucundaki modern sanat müzesini ertesi gün keşfettim.) Yeşil labirente hazla daldım. Kuytulukları tatlı serin. Açıklıktaki çimen kaplı eğime akşamüzeri ışığında genci yaşlısı, çoluk çocuğu yayılmışlar. Şehrin ortasında depderin doğa.



Ana binada Kum Kapı adlı bir sergi vardı. Türk halıları. Onu geçip İstanbul doğumlu ve petrol zengini olduğunu ayaküstü öğrenip hikayesinin geri kalanını bilmediğim Gulbenkian’ın sanat koleksiyonundan oluşan müzeye çıktım. Bursa, İznik çinileri, saray halıları, İslam eserleri.. hızla geçtim. Çin-Japon şeylerine ayrılmış bir bölüme girdim. Rüyayı dışından görmenin bir yolu da müze gezmek. Sahibine, paylaşanına onca anlam ifade eden nesnelerin dışında kaldığında anlamın içkin değil, verilen bir şey olduğunu hatırlıyorsun.

Dünya kadar işli kocaman sıkıcı vazolarla panoları Avrupa eserleri izledi. Fırtınalı bir Norveç sahili tablosu, Rodin’in bir heykeli, bir iki başka heykel ve Lalique bölümünde tempomu düşürdüm. Bunlar benim de sevdiğim, anlam yüklediğim şeyler.

Dönüş yolunda araçlara kapatılarak yayalara ayrılmış bir yan sokak dikkatimi çekti. Ortasından yükselen devasa yemyeşil ağaçların kıvrım büklüm üst dalları gölgelerinin düştüğü iki yandaki binaların renkli cepheleriyle müthiş bir resim oluşturuyordu. Oraya saptım. Köşe binadaki taş levhada adını okudum: Avenida Conde de Valbom. (Cadde, sokak isimlerinin köşe binalarda böyle taş levhalara yazılı olduğunu burada anladım. Direk ucunda mavi vs boyalı standart levhalar arıyordum nafile.)

Açıkta kahveler, lokantalar da vardı ama gözlerim o Hint dansı yapan üst dallarda, sokağın öbür ucundan çıktım. Kafam karıştıysa da bir süre sonra kendimi otelin önünde buldum. Oradan aldığım tavsiyeyle Büyük İlyas lokantasına yürüdüm. Sempatik bir yerdi. Arada bana hizmet etmek için tabağının başından kalkan garsonlarınki hariç tek masa benimkiydi. Lizbon spesiyalitesiymiş, ızgara sardalyelerle leziz bir erken akşam yemeği yiyip temiz ama o kadar otelime döndüm. İyi gelen bir duş ve yırtık havluyla kurulanıp sigara yanığı iki delikli çarşafın altına girdim.


Bir ucu İstanbul, diğeri Lizbon, uzun bir gündü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder