Yolculuğun son bir saati yeryüzünün 36 bin fitten sunduğu
seyirle geçti. Öğle sonrası güneşli semada çoğu yeşil, biraz sarı, derken kızıl
ve bunların çeşitli tonundan dörtgen, yamuk, yusyuvarlak parçaların ben diyeyim
Klimt, sen de Klee, ardından evet evet, düpedüz Picasso! çağrışımlarıyla oluşturduğu
resimler üzerinden uçtuk uçtuk. (Pablo ülkesine bu yükseklikten bakmış mıdır?
Bakmamış bile olsa gözümü böyle görmeye hazırlamış, sağ olsun. İnsan eliyle
doğa ananın bu ortak işi, Boeing 737’nin bir karışlık ekranında iftiharla
sunulan en yeni filmlerden tartışılmazca daha seyirlik, tekrarı da yok.)
Son zamanların hareketli sergi anlayışında böyle bir
İspanya geçişinden sonra hızla alçaldık, ne kadar yaygın olduğuna hayret
ettiğim Lizbon’a konduk.
Havaalanından 14 Euro uzaklıktaki otele eşyamı attım,
nerede olduğumuzu –ortalarda bir yer- şehir planında işaretletip çıktım.
Yakınlardaki Gulbenkian Müzesine gidecektim ama geniş caddenin (Republica) karşısında, çok
yüksek ağaçların gür yeşili tepesinden görünen kızıl kuleli, soğansı kubbeli yapı dikkatimi çekti. O tarafa yürüdüm. Yeni açmış
fırça çiçekli tarhlarıyla büyük bir parkın çevrelediği yuvarlak yapı Campo
Pequeno imiş, boğa güreşlerinin arenası olarak yapılmış ama artık sadece
güreşler değil, çeşitli etkinlikler için de kullanılıyormuş. (Portekiz’de boğa
öldürülmüyormuş ama oraya kadarki eziyet aynı imiş.) Etrafını döndüm, yan
tarafından yine geniş başka bir caddeye çıktım. Plana bakıyor, bakıyordum ama
anlamlanabilmesi vahiy inmesi kadar düşük bir olasılıktı, katlayıp bir geçene
sordum. Tam ters yönü işaret etti. Çark edip hepsi de çok geniş, düzgün cadde,
sokaklar boyu yürümeye koyuldum.
Ayağımın altında hep aynı ende, park etmiş araçlarla iç
edilmeden, çukursuz tümseksiz tatlı bir basışla uzayıp giden kaldırımlar. Mozaik
taşları zamanla (zaman! bizim gencecik göçen kaldırımların hiç tanımadığı şey),
basıla basıla cilalanmış. Zeminleri hafifçe dalgalanmış ama o kadar. Kullanılan
çeşitli tür taşın doğal renkleriyle bazı yerleri açıklı koyulu desenli. Bir
anakondanın sırtında gibi yürüdüm oralardan. (Daha sonra hepsi de deniz temalı
desenli olanlarını gördüm: Yelkenliler, dalgalar, balıklar, denizatları..)
Palermo, Tanca, Adana, Mersin.. bir rüyada iç içe geçer,
her köşe başında biri diğerine dönüşür gibi.
Tipleri bizi andırıyor. Uçakta da ağzını açana kadar Türk
sandığım insanlar vardı. Milliyeti ilk ele veren bakışlarına kadar. Epey de siyah var. Brezilya’dan, eski Afrika kolonilerinden göçenlermiş.
Kulak kabartarak aralarından geçtim. Al sana kulaklar
dolusu içini eriten Portekizce. Kaldırımlarının taşları gibi, ağızda çevrile
çevrile köşelerini, sivriliklerini kaybetmiş, tatlı eğrilerle, bazen bir virajı
alan tramvay gıcırtısını çağrıştırır bir sürtünme, yerinde dönmeyle,
kaldırımları misali hafifçe dalgalanarak uzayıp gidiyordu.
Yabancı olmayı sevme nedenlerimden biri, kanıksayıp gittiğimiz
şeylerin aslında ne kadar olağanüstü olduğunu hatırlamak. Diline göre
fokurdayan, tıslayan, gıcırdayan, takırdayan, şakıyan, patlamalı, inlemeli
sesler çıkarıyor ve bunlara ortak anlamlar yükleyip birbirimizi anlayabiliyoruz
mesela. Başkasına yabancı şehirlerde peyniri içindeki fareler gibi cirit
atabiliyoruz. Karmaşık davranış kodları içinde burnumuzu karıştırır gibi
hareket edebiliyoruz. Yabancı bir yere gittiğimde beni en çok tazeleyen
şeylerden biri akvaryuma dışından bakış. İnsanın daldığı rüyayı dışından
görmek.
Trafik ışıklarına bayıldım. İnsan boyundalar. İş çıkışına
yakın öyle çılgın bir trafik de yoktu.
Bir iki kez daha sorup rota düzelterek Gulbenkian’a
geldim. Sık yeşilli, gölcüklü, ördekli büyük bir park içinde. Birkaç kahve,
galeri ve Bauhaus tarzı ana bina. (Parkın öbür ucundaki modern sanat müzesini
ertesi gün keşfettim.) Yeşil labirente hazla daldım. Kuytulukları tatlı serin.
Açıklıktaki çimen kaplı eğime akşamüzeri ışığında genci yaşlısı, çoluk çocuğu
yayılmışlar. Şehrin ortasında depderin doğa.
Ana binada Kum Kapı adlı bir sergi vardı. Türk halıları.
Onu geçip İstanbul doğumlu ve petrol zengini olduğunu ayaküstü öğrenip
hikayesinin geri kalanını bilmediğim Gulbenkian’ın sanat koleksiyonundan oluşan
müzeye çıktım. Bursa, İznik çinileri, saray halıları, İslam eserleri.. hızla
geçtim. Çin-Japon şeylerine ayrılmış bir bölüme girdim. Rüyayı dışından
görmenin bir yolu da müze gezmek. Sahibine, paylaşanına onca anlam ifade eden nesnelerin
dışında kaldığında anlamın içkin değil, verilen bir şey olduğunu hatırlıyorsun.
Dünya kadar işli kocaman sıkıcı vazolarla panoları Avrupa
eserleri izledi. Fırtınalı bir Norveç sahili tablosu, Rodin’in bir heykeli, bir
iki başka heykel ve Lalique bölümünde tempomu düşürdüm. Bunlar benim de
sevdiğim, anlam yüklediğim şeyler.
Dönüş yolunda araçlara kapatılarak yayalara ayrılmış bir
yan sokak dikkatimi çekti. Ortasından yükselen devasa yemyeşil ağaçların kıvrım
büklüm üst dalları gölgelerinin düştüğü iki yandaki binaların renkli
cepheleriyle müthiş bir resim oluşturuyordu. Oraya saptım. Köşe binadaki taş
levhada adını okudum: Avenida Conde de Valbom. (Cadde, sokak isimlerinin köşe
binalarda böyle taş levhalara yazılı olduğunu burada anladım. Direk ucunda mavi
vs boyalı standart levhalar arıyordum nafile.)
Açıkta kahveler, lokantalar da vardı ama gözlerim o Hint
dansı yapan üst dallarda, sokağın öbür ucundan çıktım. Kafam karıştıysa da bir
süre sonra kendimi otelin önünde buldum. Oradan aldığım tavsiyeyle Büyük İlyas
lokantasına yürüdüm. Sempatik bir yerdi. Arada bana hizmet etmek için tabağının
başından kalkan garsonlarınki hariç tek masa benimkiydi. Lizbon
spesiyalitesiymiş, ızgara sardalyelerle leziz bir erken akşam yemeği yiyip temiz
ama o kadar otelime döndüm. İyi gelen bir duş ve yırtık havluyla kurulanıp sigara
yanığı iki delikli çarşafın altına girdim.
Bir ucu İstanbul, diğeri Lizbon, uzun bir gündü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder