30 Mayıs 2016 Pazartesi

CHIADO - BAIXA - SANTA CATARINA – BAIRRO ALTO - BELEM

Bina arkaları, çatılarına bakan penceremi pastel bir sabaha ve mırıldana homurdana süren bir klimalar korosuna açtım. Epeydir ilk kez sinsi bir baş ağrısıyla uyanmıyorum. Lizbonlu Facebook arkadaşlarım Guida ve Mercedes ile buluşmaya dünya vakit var. Ama bu ölü zaman değil diye kendime hatırlattım. Beklemeler, yapacak hiçbir şeyi olmamalar şu bu, hepsi senin hayatın. Yaşa. Meditasyondan sonra çıkıp dün gözüme kestirdiğim kahveye gittim. Nefis ekmekler, çörekler, pastalar. Efendice kruasan ve kahve alıp oturdum. Geniş geniş yedim.

Öbür ucuna doğru Republica caddesine vurdum. İstasyonun altından geçerken buğulu, seksi bir dizi Portekizce anonsu kesif bir sidik kokusu kesti. Yolun yanında esaslı bir inşaat sürüyordu. Çitindeki dev afişlerde çalışma bittiğinde caddenin nasıl görüneceğinin temsili resimleri, yazılardan bayağı bir şey çıkarıp sevindim.




Guida ile Mercedes geldi. Çok hoş birkaç saat geçirmek üzere çıktık. Mercedes’in şoförlüğünde bitmek bilmez Republica caddesinden bana kuzey gibi gelen güneye kıvrıldık. Yanından geçtiğimiz görkemli bir sütun anıttaki şahsı sordum. Marki Pombal imiş. 18. yy’daki büyük depremden sonra şehrin belini doğrultmasında çok katkısı olmuş. Göbeği dönüp iki yanı tarihi şık binalar, yol boyu uzanan parklar, Lizbon’un (“Dünyanın”) en pahalı dükkanlarıyla çok geniş Avenida da Liberdade’den şehrin merkezindeki Chiado’ya (Şiadu) indik. Park yeri ebedi sorun. Arabayı sonunda bir yeraltı parkında bırakıp birbiri içine geçen Chiado, Baixa (şimdi sıkı durun, bayhuautu diye okunuyor), Santa Catarina, Bairro Alto sokaklarına daldık. Tiyatro, sinema, kahve, kilise, kitapçı, lokanta, bar, iniş-yokuş, kıvrım ve büklümlerle bohem, artistik, turistik bir bölge. Buralılarla gezmek ne güzel oluyor. Yaşanmışlıklarını katıyorlar. Anılarını. Gördüğüne kanlı canlı dokunuyorsun. Dik yokuşlardaki daracık sokaklar nefis perspektifler sunuyordu. Renkli cepheler. Dökme demir fener-lambalar, balkonlar, çiçek-çamaşır. Bertrand’a girdik, dünyanın en eski kitapçısıymış (kuruluşu 1732). Elmasını bulmuş kurt gibi iştahla kıvrılıp açıla tonozlu bölmeler arasında dolandım, anlamadığım kapaklara dokunup kokladım.

Bitişiğinde de cumartesileri kurulan açık hava kitap pazarı vardı. 2-5 E’ya yepyeni eski kitaplar.

Ortalık turist kaynıyordu. Çantama dikkat etmemi söylediler. Böyle kalabalıktan yararlanan yankesicisi eksik olmazmış. Elbette. Ama onun dışında şehrin içi güvenli bir his veriyor. Otele dönüşte taksiyle önünden geçtiğim harap binalar, sokaklar ile kentin kıyılarını bilemem.



A Brasileira loş içi, cilalı koyu renk yüzeyleri, pirinç ışıltısıyla yoğun atmosferli tarihi bir kafe. Adam almıyordu. Şöyle bir girip çıktık. Birkaç saat sonra, nasıl biriymiş diye The Book of Disquiet’ını indirip ağzım açıldıkça açılarak okumaya başladığım, o vakte dek sadece adından bildiğim Fernando Pessoa (P’soa gibi okunuyor) burada (da) oturup yazarmış. Kaldırıma bronz heykelini oturtmuşlar, onun da başı kalabalıktı.

Arkalara saptığımızda ortalık birden tenhalaşıp yatıştı. Guida gülerek, daha uyuyorlar, dedi. “Chiado gündüzleri cıvıl cıvıldır, Bairro Alto da sabahlara kadar geceleri. Akşam yemeğini gece yarısı yiyenlerin mekanıdır. Yerlerdeki plastik bardakları görüyor musun? Sokak sakinleri de ancak gündüzleri, öğleye kadar uyuyabilir burada.” Zamanında o da az sabahlamamış. Ülkenin ünlü seramiği (azulejo) ile kaplı cephelerin yanından geçtik. Öğle yemeği için Portekiz’in “en eski ve güzel” birahanesi Cervejaria Trindade’ye girdik. Seramik panolarla kaplı, tonozlu bir yapı. 170 yıllık ama yangınlar, deprem, kırım, dindar-kafir çekişmeleriyle dolu tarihi 13. yy sonlarına kadar uzanıyor. Henüz boştu. Su elementi tasviri altına oturalım dedim. Birası güzeldi, bifteği ve sohbeti de. Guida müthiş bir müzik sever ve kitap kurdu, hayvan dostu. Dingin, gösterişsiz. Facebook’tan aldığım izlenim doğrulanmış, sanal bir ahbapla değil de eski bir dostla gibi sohbeti koyulttuk.



Dillerden de söz ettik. Nüfusu 10 milyonken dilini dünyada 140 milyona konuşturan Portekiz’in öyle Osmanlı filan gibi büyük ve giderek hantallaşan bir orduyla değil, birkaç gemi, müthiş bir özgüven ve kıvraklıkla dünyayı avucuna alışından. Yayılmacı güçlerin günahı (Japonlara ateşli silah kullanımını Portekizliler öğretmiş) ve sevabından (günahtan dönüşe ne kadar sevap denirse; köleliği de ilk kaldıran onlar olmuş).

Beni Tejo ırmağı kıyısındaki Belem semtinde bıraktılar.

Kültür merkezinden yürümeye başladım. Meydanları, caddeleri ne kadar büyük, geniş. Fiziksel olarak kapladıkları yerden ziyade zihinsel olarak yayılma kapasitelerini yansıtıyor sanki. “İnsan düşleri kadar büyüktür” diyen Pessoa ile de hemfikir bir şehircilik anlayışı.

Jeronimo katedraline, ardından manastırına girdim. Hücrelerden bir örnek, yemekhane, sergiler, üst kat, yeniden alt kat. Bilgi edinmeden, mekanları böyle dümdüz, bedenimle “bilerek” gezmek –herhalde onun da payı var ama- sadece kılıf geçirilmiş tembellik değil. Böylesinde yerle kurulan bir samimiyet var, içli dışlılık. Evine girdiğin birinin buzdolabını açıp bakmak gibi.



Birkaç dönüşten sonra çıkışı bulamadığımı fark ettim. Fantastik bir kısa film konusu olabilirdi: Turist olarak girdiğin manastırın kapanına kısılmak.

Sonra çevre ve demiryoluna paralel yürüdüm yürüdüm. Hava kapamış, adamakıllı rüzgarlıydı. Irmak limon küfü, çalkantılı. Belem kulesine geldim. Tejo’nun ağzı ve manastırı korumak için yapılmış. İçine giriliyor ama tepesine çıkılmıyordu.



Akın akın turist arasında olmak hoşuma gitti. Yabancılığın meşrulaşması.. Yabancı, yabancılık, gezginlik. Yolda olanlara, olmaya kalbim hep açık oldu, düşünüyorum da.

Kaşifler Anıtı önünden yerleşime döndüm. Şu ünlü “nata” tatlılarından aldım. Horozlu cep aynası büyüklüğünde, üstü karamelize sarı krema dolu çörekler. Parkın duvarına çöküp yapış yapış yedim. Lezizmiş, enerji de verdi.


Otel yakınlarında bir akşam yemeği ardından kafam yastığa inerken uyuyakaldım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder