Bina arkaları, çatılarına bakan penceremi pastel bir
sabaha ve mırıldana homurdana süren bir klimalar korosuna açtım. Epeydir ilk
kez sinsi bir baş ağrısıyla uyanmıyorum. Lizbonlu Facebook arkadaşlarım Guida ve
Mercedes ile buluşmaya dünya vakit var. Ama bu ölü zaman değil diye kendime
hatırlattım. Beklemeler, yapacak hiçbir şeyi olmamalar şu bu, hepsi senin
hayatın. Yaşa. Meditasyondan sonra çıkıp dün gözüme kestirdiğim kahveye gittim.
Nefis ekmekler, çörekler, pastalar. Efendice kruasan ve kahve alıp oturdum.
Geniş geniş yedim.
Öbür ucuna doğru Republica caddesine vurdum. İstasyonun
altından geçerken buğulu, seksi bir dizi Portekizce anonsu kesif bir sidik
kokusu kesti. Yolun yanında esaslı bir inşaat sürüyordu. Çitindeki dev
afişlerde çalışma bittiğinde caddenin nasıl görüneceğinin temsili resimleri,
yazılardan bayağı bir şey çıkarıp sevindim.
Guida ile Mercedes geldi. Çok hoş birkaç saat geçirmek
üzere çıktık. Mercedes’in şoförlüğünde bitmek bilmez Republica caddesinden bana
kuzey gibi gelen güneye kıvrıldık. Yanından geçtiğimiz görkemli bir sütun
anıttaki şahsı sordum. Marki Pombal imiş. 18. yy’daki büyük depremden sonra
şehrin belini doğrultmasında çok katkısı olmuş. Göbeği dönüp iki yanı tarihi
şık binalar, yol boyu uzanan parklar, Lizbon’un (“Dünyanın”) en pahalı
dükkanlarıyla çok geniş Avenida da Liberdade’den şehrin merkezindeki Chiado’ya
(Şiadu) indik. Park yeri ebedi sorun. Arabayı sonunda bir yeraltı parkında bırakıp
birbiri içine geçen Chiado, Baixa (şimdi sıkı durun, bayhuautu diye okunuyor),
Santa Catarina, Bairro Alto sokaklarına daldık. Tiyatro, sinema, kahve, kilise,
kitapçı, lokanta, bar, iniş-yokuş, kıvrım ve büklümlerle bohem, artistik,
turistik bir bölge. Buralılarla gezmek ne güzel oluyor. Yaşanmışlıklarını
katıyorlar. Anılarını. Gördüğüne kanlı canlı dokunuyorsun. Dik yokuşlardaki
daracık sokaklar nefis perspektifler sunuyordu. Renkli cepheler. Dökme demir
fener-lambalar, balkonlar, çiçek-çamaşır. Bertrand’a girdik, dünyanın en eski
kitapçısıymış (kuruluşu 1732). Elmasını bulmuş kurt gibi iştahla kıvrılıp açıla
tonozlu bölmeler arasında dolandım, anlamadığım kapaklara dokunup kokladım.
Bitişiğinde de cumartesileri kurulan açık hava kitap
pazarı vardı. 2-5 E’ya yepyeni eski kitaplar.
Ortalık turist kaynıyordu. Çantama dikkat etmemi
söylediler. Böyle kalabalıktan yararlanan yankesicisi eksik olmazmış. Elbette.
Ama onun dışında şehrin içi güvenli bir his veriyor. Otele dönüşte taksiyle
önünden geçtiğim harap binalar, sokaklar ile kentin kıyılarını bilemem.
A Brasileira loş içi, cilalı koyu renk yüzeyleri, pirinç
ışıltısıyla yoğun atmosferli tarihi bir kafe. Adam almıyordu. Şöyle bir girip çıktık. Birkaç saat sonra, nasıl biriymiş
diye The Book of Disquiet’ını indirip
ağzım açıldıkça açılarak okumaya başladığım, o vakte dek sadece adından
bildiğim Fernando Pessoa (P’soa gibi okunuyor) burada (da) oturup yazarmış. Kaldırıma bronz heykelini
oturtmuşlar, onun da başı kalabalıktı.
Arkalara saptığımızda ortalık birden tenhalaşıp yatıştı.
Guida gülerek, daha uyuyorlar, dedi. “Chiado gündüzleri cıvıl cıvıldır, Bairro
Alto da sabahlara kadar geceleri. Akşam yemeğini gece yarısı yiyenlerin
mekanıdır. Yerlerdeki plastik bardakları görüyor musun? Sokak sakinleri de ancak
gündüzleri, öğleye kadar uyuyabilir burada.” Zamanında o da az sabahlamamış.
Ülkenin ünlü seramiği (azulejo) ile kaplı cephelerin yanından geçtik. Öğle
yemeği için Portekiz’in “en eski ve güzel” birahanesi Cervejaria Trindade’ye
girdik. Seramik panolarla kaplı, tonozlu bir yapı. 170 yıllık ama yangınlar,
deprem, kırım, dindar-kafir çekişmeleriyle dolu tarihi 13. yy sonlarına kadar
uzanıyor. Henüz boştu. Su elementi tasviri altına oturalım dedim. Birası
güzeldi, bifteği ve sohbeti de. Guida müthiş bir müzik sever ve kitap kurdu,
hayvan dostu. Dingin, gösterişsiz. Facebook’tan aldığım izlenim doğrulanmış,
sanal bir ahbapla değil de eski bir dostla gibi sohbeti koyulttuk.
Dillerden de söz ettik. Nüfusu 10 milyonken dilini
dünyada 140 milyona konuşturan Portekiz’in öyle Osmanlı filan gibi büyük ve
giderek hantallaşan bir orduyla değil, birkaç gemi, müthiş bir özgüven ve kıvraklıkla
dünyayı avucuna alışından. Yayılmacı güçlerin günahı (Japonlara ateşli silah
kullanımını Portekizliler öğretmiş) ve sevabından (günahtan dönüşe ne kadar
sevap denirse; köleliği de ilk kaldıran onlar olmuş).
Beni Tejo ırmağı kıyısındaki Belem semtinde bıraktılar.
Kültür merkezinden yürümeye başladım. Meydanları, caddeleri
ne kadar büyük, geniş. Fiziksel olarak kapladıkları yerden ziyade zihinsel olarak
yayılma kapasitelerini yansıtıyor sanki. “İnsan düşleri kadar büyüktür” diyen Pessoa
ile de hemfikir bir şehircilik anlayışı.
Jeronimo katedraline, ardından manastırına girdim. Hücrelerden
bir örnek, yemekhane, sergiler, üst kat, yeniden alt kat. Bilgi edinmeden, mekanları
böyle dümdüz, bedenimle “bilerek” gezmek –herhalde onun da payı var ama- sadece
kılıf geçirilmiş tembellik değil. Böylesinde yerle kurulan bir samimiyet var, içli
dışlılık. Evine girdiğin birinin buzdolabını açıp bakmak gibi.
Birkaç dönüşten sonra çıkışı bulamadığımı fark ettim. Fantastik
bir kısa film konusu olabilirdi: Turist olarak girdiğin manastırın kapanına kısılmak.
Sonra çevre ve demiryoluna paralel yürüdüm yürüdüm. Hava kapamış,
adamakıllı rüzgarlıydı. Irmak limon küfü, çalkantılı. Belem kulesine geldim. Tejo’nun
ağzı ve manastırı korumak için yapılmış. İçine giriliyor ama tepesine çıkılmıyordu.
Akın akın turist arasında olmak hoşuma gitti. Yabancılığın
meşrulaşması.. Yabancı, yabancılık, gezginlik. Yolda olanlara, olmaya kalbim hep
açık oldu, düşünüyorum da.
Kaşifler Anıtı önünden yerleşime döndüm. Şu ünlü “nata” tatlılarından
aldım. Horozlu cep aynası büyüklüğünde, üstü karamelize sarı krema dolu çörekler.
Parkın duvarına çöküp yapış yapış yedim. Lezizmiş, enerji de verdi.
Otel yakınlarında bir akşam yemeği ardından kafam yastığa
inerken uyuyakaldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder