31 Mayıs 2016 Salı

ALFAMA

Işıl ışıl bir Pazar sabahı. Ne sıcak ne soğuk. Köşe başındaki kahvede aynı kız gülümseyerek siparişimi aldı. Bu kez kruasanlarımdan güvercinlere vermedim –onun yerine, kapıda dilenen aynı yaşlı kadının çanağına bozukluk attım.

Eski bir Mercedes taksinin yaşlı şoförüne Alfama’ya dedim. Şehrin, yukarıda Sao Jorge kalesiyle nehir kıyısında bir tepesine yayılan pitoresk mahallesi.

Şoför kırık dökük İngilizcesiyle Pombal Anıtını gösterdi, göbeğe, yuvarlak ya, rotundo dediklerini anlattı. Güney garını, Rua do Oro-Altın Sokağının adının kuyumculardan geldiğini.

Fado Müzesi önünde indim (Lizbon irili ufaklı elli müzesiyle bir müzeler şehri). Vurdum tepe yukarı. Yine millet millet turiste karışmadan epey bir süre tek başıma tırmandım. 28 numaralı sarı tramvayın yukarı çıktığını biliyordum. (Sonradan hoş bir ayrıntı öğrendim. Dik inişlerde frene destek olsun diye kum torbaları kullanırlar, yokuş çıkarken yük fazlaysa torbaların bir kısmını yola boşaltırlarmış. Yine mi olmadı, yolcuların da bir kısmını indirir, düze çıkana kadar vagon boyu yürütürlermiş. Yağmurda ıslanıp çamur olan bu boşaltılan kumlar böyle zamanlarda yokuşu yaya çıkmayı iyice sevimsizleştirirmiş. Gerçekten de raylar boyu yer yer kum birikintileri görülüyor.) Ama rayları izleyip gerisini bacaklarıma bıraktım. Yolda olmaktan dört köşe, işlektiler, şükranla çalıştırdım.

Bir süre sonra, aşağı, kıyıya güzel bir bakış sunan ilk terasta kalabalığa katıldım. Yamaç boyu alçak yapılar, kiremit çatılar, arada bir palmiye, bir tutam yeşil.



Dar sokaklar, merdivenler, seramik cepheler.. Kaleye kadar çıktım. Tepedeki bir dükkandan hediyelik seramikler aldım –ancak ödeyip sırt çantama attığımda bunu şimdi yapmanın o kadar akıllıca olmadığını fark ettim. Ufak tefeğin toplamı ağırdı. Sersemliğime gülüp omuz silktim. Kale kapısında upuzun bir kuyruk vardı, girmedim.

Başka sokaklardan inişe geçtim. O kadar güzeldi ki. Her şey. Gün. Yer. İçim. Dışım.

Bir Aziz Kristof kilisesinin merdivenlerini çıktım. Bir afiş, insanları kiliseye katkıya çağırıyordu. Hıristiyan bir arkadaşım yıllar evvel kazadan beladan koruması için arabama koyacağım bir maskotunu vereli, Hermes’in Hıristiyan karşılığı, yolcuların koruyucusu bu aziz, ruhsal ahbaplarımdan. Aralık kapıdan kulak verdim. Tatlı bir koro. Usulca içeri süzüldüm. Loş bir mekan, ufak bir cemaat. Orta geçitte havada asılı duran (21 basamaklı) bir merdiven. Koro yerini rahibe, onun tenor terennümüne bıraktı. Bunu cemaat izledi. Sakin. Dingin. Dinledim dinledim.



Avlu duvarları silme mavi seramik (azulejo çoğunlukla mavi olurmuş, ilk rengi, diğerleri epey sonra eklenmiş) kaplı, ikincil bir saray olduğunu öğrendiğim mütevazı bir yapıya peşinden girdiğim birkaç turist, aşağı inene kadar turistten yana son gördüklerim oldu. Ne yaptım bilmiyorum ama iyice daralan geçitlerde yeniden tek başımaydım. Yönümü kestirmeye yeltenmedim.

Geçitler sokaklara, sonuncusu da koskoca bir caddeye dönüştü, kendimi kıyıda devasa bir meydanda buldum. Üç yanında revaklı yapılar, bir ucu kıyıya, diğeri koskoca bir tak ile şehre açılan, ortada kaçınılmaz anıtlı, bir kenarı 170 metrelik (imiş) hipnotik bir açıklık. Karşı tarafına yürüyüp teras kafelerden birine çöktüm. İçecek, yiyecek, biraz daha içecek ve kahve istedim. Yerin adını sordum. Praça (Prasa okunuyor) do Comércio imiş, ticaret meydanı. Bacaklarımdaki laktik asit sabah sisi gibi dağılmaya yüz tuttuğunda kalktım. Sahile yürüdüm.



Birçok yerde doğrudan suya inen hafif bir rampa ya da basamaklar var. Duvarlar, yükseltilerle kendilerini nehirden sakınmaya çalışmamışlar. Oysa Rio Tejo, 1755’in 1 Kasım’ında halk Azizler Gününü kutlamak için toplandığında gelen büyük deprem ve onu izleyen yangın ile tsunamide binlerce kişinin ölümüyle şehrin hafızasına nakşolmuş bir dehşetin de parçası. Salazar döneminde de evler ırmağa arkalarını dönmüş. Şimdiyse inşaatlarda cepheler yeniden Tejo’ya çevrilmeye başlamış. Bu yumuşak geçişle sen de yürümeye devam ederek suya karışıp gidebilirsin.

Bir gitardan gayet ustaca yükselen blues’a çekildim. Sokak müzisyenlerinden yana da talihim açık. Atmosfere ne güzel, ferah bir esinti katan kaçıncısıydı bu.

Geri dönüp insanların dibinde karınca gibi kaldığı taktan geçerek çıktığım sokağın Rua Augusta olduğunu gördüm. Bak sen! Gökte ararken yerde bulmak diye buna denir. 

Kalabalık, capcanlı bir yaya caddesi. Buraya açılan sokaklardan birinde dün Guida’larla öbür tarafından geçtiğimiz tarihi asansör kulesiyle de karşılaşınca, kafamın yön tutmazlığına yanlış eczada banyo edilmiş fotograf gibi iz bırakmış şehir planını oraya buraya çekiştirdiysem de bu olanları açıklayabilir hale getiremedim. Vazgeçtim. Aşağıdan asansörün (Elevador de Santa Justa) seyrine koyuldum. İki mahalleyi, Baixo ile Bairro Alto’yu birbirine bağlıyormuş. Geçen yüzyıl başından 45 metrelik neogotik çelik dantel süslü bodur cüssesi ile şehir ve ırmağa güzel bir bakışı varmış. Öyle olsun.




Güney garının önünden Avenida da Liberdade’nin alt ucuna çıktığımda çemberi tamamlamaktan ziyade sabah taksiden ineli bir tekrarı daha olamayacak bir fiyonk atmış oldum.

Karşıya geçip Hard Rock Cafe’nin ilginç rölyefli binası etrafından Özgürlük Caddesinin arka sokaklarına daldım. Açıktaki masalar, kahve, lokantalar dolusu yiyen içen insan.

Akşamüzeri Guida’nın tavsiyesi üzerine yeniden Gulbenkian’a, bu kez parkın diğer ucundaki, çağdaş Portekizli sanatçılara ayrılan modern sanat müzesine gittim. Çok sayıda eser olmayan güzel, uygun bir mekan. Alman bir sanatçının sergisini ilgim fazla uyanmadan dolaşırken grubuna sanatçıyı Portekizce anlatan bir rehberi işitip yanlarına gittim, başımı grubu taklit ederek söylenenleri anlarmış gibi o tablodan berikine çevirip onlarla kaldım, Portekizce dinledim.


Sonra kahve ve maden suyu alıp dışarı çıktım, parkın gür yeşiline karşı gölgede bir masaya oturup defterimi açtım.


Lizbon fotografları:

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6290383981249173953

Benim notları bilgisayara aktarırken yaptığım gibi fado katık etmek isterseniz diye de:

https://www.youtube.com/watch?v=O7X6bP7aiTI

https://www.youtube.com/watch?v=dE_BPn9prtQ


30 Mayıs 2016 Pazartesi

CHIADO - BAIXA - SANTA CATARINA – BAIRRO ALTO - BELEM

Bina arkaları, çatılarına bakan penceremi pastel bir sabaha ve mırıldana homurdana süren bir klimalar korosuna açtım. Epeydir ilk kez sinsi bir baş ağrısıyla uyanmıyorum. Lizbonlu Facebook arkadaşlarım Guida ve Mercedes ile buluşmaya dünya vakit var. Ama bu ölü zaman değil diye kendime hatırlattım. Beklemeler, yapacak hiçbir şeyi olmamalar şu bu, hepsi senin hayatın. Yaşa. Meditasyondan sonra çıkıp dün gözüme kestirdiğim kahveye gittim. Nefis ekmekler, çörekler, pastalar. Efendice kruasan ve kahve alıp oturdum. Geniş geniş yedim.

Öbür ucuna doğru Republica caddesine vurdum. İstasyonun altından geçerken buğulu, seksi bir dizi Portekizce anonsu kesif bir sidik kokusu kesti. Yolun yanında esaslı bir inşaat sürüyordu. Çitindeki dev afişlerde çalışma bittiğinde caddenin nasıl görüneceğinin temsili resimleri, yazılardan bayağı bir şey çıkarıp sevindim.




Guida ile Mercedes geldi. Çok hoş birkaç saat geçirmek üzere çıktık. Mercedes’in şoförlüğünde bitmek bilmez Republica caddesinden bana kuzey gibi gelen güneye kıvrıldık. Yanından geçtiğimiz görkemli bir sütun anıttaki şahsı sordum. Marki Pombal imiş. 18. yy’daki büyük depremden sonra şehrin belini doğrultmasında çok katkısı olmuş. Göbeği dönüp iki yanı tarihi şık binalar, yol boyu uzanan parklar, Lizbon’un (“Dünyanın”) en pahalı dükkanlarıyla çok geniş Avenida da Liberdade’den şehrin merkezindeki Chiado’ya (Şiadu) indik. Park yeri ebedi sorun. Arabayı sonunda bir yeraltı parkında bırakıp birbiri içine geçen Chiado, Baixa (şimdi sıkı durun, bayhuautu diye okunuyor), Santa Catarina, Bairro Alto sokaklarına daldık. Tiyatro, sinema, kahve, kilise, kitapçı, lokanta, bar, iniş-yokuş, kıvrım ve büklümlerle bohem, artistik, turistik bir bölge. Buralılarla gezmek ne güzel oluyor. Yaşanmışlıklarını katıyorlar. Anılarını. Gördüğüne kanlı canlı dokunuyorsun. Dik yokuşlardaki daracık sokaklar nefis perspektifler sunuyordu. Renkli cepheler. Dökme demir fener-lambalar, balkonlar, çiçek-çamaşır. Bertrand’a girdik, dünyanın en eski kitapçısıymış (kuruluşu 1732). Elmasını bulmuş kurt gibi iştahla kıvrılıp açıla tonozlu bölmeler arasında dolandım, anlamadığım kapaklara dokunup kokladım.

Bitişiğinde de cumartesileri kurulan açık hava kitap pazarı vardı. 2-5 E’ya yepyeni eski kitaplar.

Ortalık turist kaynıyordu. Çantama dikkat etmemi söylediler. Böyle kalabalıktan yararlanan yankesicisi eksik olmazmış. Elbette. Ama onun dışında şehrin içi güvenli bir his veriyor. Otele dönüşte taksiyle önünden geçtiğim harap binalar, sokaklar ile kentin kıyılarını bilemem.



A Brasileira loş içi, cilalı koyu renk yüzeyleri, pirinç ışıltısıyla yoğun atmosferli tarihi bir kafe. Adam almıyordu. Şöyle bir girip çıktık. Birkaç saat sonra, nasıl biriymiş diye The Book of Disquiet’ını indirip ağzım açıldıkça açılarak okumaya başladığım, o vakte dek sadece adından bildiğim Fernando Pessoa (P’soa gibi okunuyor) burada (da) oturup yazarmış. Kaldırıma bronz heykelini oturtmuşlar, onun da başı kalabalıktı.

Arkalara saptığımızda ortalık birden tenhalaşıp yatıştı. Guida gülerek, daha uyuyorlar, dedi. “Chiado gündüzleri cıvıl cıvıldır, Bairro Alto da sabahlara kadar geceleri. Akşam yemeğini gece yarısı yiyenlerin mekanıdır. Yerlerdeki plastik bardakları görüyor musun? Sokak sakinleri de ancak gündüzleri, öğleye kadar uyuyabilir burada.” Zamanında o da az sabahlamamış. Ülkenin ünlü seramiği (azulejo) ile kaplı cephelerin yanından geçtik. Öğle yemeği için Portekiz’in “en eski ve güzel” birahanesi Cervejaria Trindade’ye girdik. Seramik panolarla kaplı, tonozlu bir yapı. 170 yıllık ama yangınlar, deprem, kırım, dindar-kafir çekişmeleriyle dolu tarihi 13. yy sonlarına kadar uzanıyor. Henüz boştu. Su elementi tasviri altına oturalım dedim. Birası güzeldi, bifteği ve sohbeti de. Guida müthiş bir müzik sever ve kitap kurdu, hayvan dostu. Dingin, gösterişsiz. Facebook’tan aldığım izlenim doğrulanmış, sanal bir ahbapla değil de eski bir dostla gibi sohbeti koyulttuk.



Dillerden de söz ettik. Nüfusu 10 milyonken dilini dünyada 140 milyona konuşturan Portekiz’in öyle Osmanlı filan gibi büyük ve giderek hantallaşan bir orduyla değil, birkaç gemi, müthiş bir özgüven ve kıvraklıkla dünyayı avucuna alışından. Yayılmacı güçlerin günahı (Japonlara ateşli silah kullanımını Portekizliler öğretmiş) ve sevabından (günahtan dönüşe ne kadar sevap denirse; köleliği de ilk kaldıran onlar olmuş).

Beni Tejo ırmağı kıyısındaki Belem semtinde bıraktılar.

Kültür merkezinden yürümeye başladım. Meydanları, caddeleri ne kadar büyük, geniş. Fiziksel olarak kapladıkları yerden ziyade zihinsel olarak yayılma kapasitelerini yansıtıyor sanki. “İnsan düşleri kadar büyüktür” diyen Pessoa ile de hemfikir bir şehircilik anlayışı.

Jeronimo katedraline, ardından manastırına girdim. Hücrelerden bir örnek, yemekhane, sergiler, üst kat, yeniden alt kat. Bilgi edinmeden, mekanları böyle dümdüz, bedenimle “bilerek” gezmek –herhalde onun da payı var ama- sadece kılıf geçirilmiş tembellik değil. Böylesinde yerle kurulan bir samimiyet var, içli dışlılık. Evine girdiğin birinin buzdolabını açıp bakmak gibi.



Birkaç dönüşten sonra çıkışı bulamadığımı fark ettim. Fantastik bir kısa film konusu olabilirdi: Turist olarak girdiğin manastırın kapanına kısılmak.

Sonra çevre ve demiryoluna paralel yürüdüm yürüdüm. Hava kapamış, adamakıllı rüzgarlıydı. Irmak limon küfü, çalkantılı. Belem kulesine geldim. Tejo’nun ağzı ve manastırı korumak için yapılmış. İçine giriliyor ama tepesine çıkılmıyordu.



Akın akın turist arasında olmak hoşuma gitti. Yabancılığın meşrulaşması.. Yabancı, yabancılık, gezginlik. Yolda olanlara, olmaya kalbim hep açık oldu, düşünüyorum da.

Kaşifler Anıtı önünden yerleşime döndüm. Şu ünlü “nata” tatlılarından aldım. Horozlu cep aynası büyüklüğünde, üstü karamelize sarı krema dolu çörekler. Parkın duvarına çöküp yapış yapış yedim. Lezizmiş, enerji de verdi.


Otel yakınlarında bir akşam yemeği ardından kafam yastığa inerken uyuyakaldım.


29 Mayıs 2016 Pazar

"ŞİMDİ LÜTFEN YERLERİNİZE GEÇİN, KEMERLERİNİZİ BAĞLAYIN VE İKAZ IŞIKLARI SÖNENE KADAR.."

Yolculuğun son bir saati yeryüzünün 36 bin fitten sunduğu seyirle geçti. Öğle sonrası güneşli semada çoğu yeşil, biraz sarı, derken kızıl ve bunların çeşitli tonundan dörtgen, yamuk, yusyuvarlak parçaların ben diyeyim Klimt, sen de Klee, ardından evet evet, düpedüz Picasso! çağrışımlarıyla oluşturduğu resimler üzerinden uçtuk uçtuk. (Pablo ülkesine bu yükseklikten bakmış mıdır? Bakmamış bile olsa gözümü böyle görmeye hazırlamış, sağ olsun. İnsan eliyle doğa ananın bu ortak işi, Boeing 737’nin bir karışlık ekranında iftiharla sunulan en yeni filmlerden tartışılmazca daha seyirlik, tekrarı da yok.)

Son zamanların hareketli sergi anlayışında böyle bir İspanya geçişinden sonra hızla alçaldık, ne kadar yaygın olduğuna hayret ettiğim Lizbon’a konduk.

Havaalanından 14 Euro uzaklıktaki otele eşyamı attım, nerede olduğumuzu –ortalarda bir yer- şehir planında işaretletip çıktım. Yakınlardaki Gulbenkian Müzesine gidecektim ama geniş caddenin (Republica) karşısında, çok yüksek ağaçların gür yeşili tepesinden görünen kızıl kuleli, soğansı kubbeli yapı dikkatimi çekti. O tarafa yürüdüm. Yeni açmış fırça çiçekli tarhlarıyla büyük bir parkın çevrelediği yuvarlak yapı Campo Pequeno imiş, boğa güreşlerinin arenası olarak yapılmış ama artık sadece güreşler değil, çeşitli etkinlikler için de kullanılıyormuş. (Portekiz’de boğa öldürülmüyormuş ama oraya kadarki eziyet aynı imiş.) Etrafını döndüm, yan tarafından yine geniş başka bir caddeye çıktım. Plana bakıyor, bakıyordum ama anlamlanabilmesi vahiy inmesi kadar düşük bir olasılıktı, katlayıp bir geçene sordum. Tam ters yönü işaret etti. Çark edip hepsi de çok geniş, düzgün cadde, sokaklar boyu yürümeye koyuldum.





27 dereceyle sıcak ama yapış yapış değildi. Şehir nefesinde yer yer okyanus havası, bazen şöyle bir Afrika kokuveriş. Zaten duygusu da öyle karmaydı. Planın oturaklı büyüklüğü. Derken kişiliksiz orta boy binaların bitişik düzeni –aralarda eski, çok güzelleri de vardı. Çirkinlikte (tabela çığırtkanlığı yok mesela) yarışamayacak olsa da kendi halindeliğiyle bizi andırır yerlerden geçtim.



Ayağımın altında hep aynı ende, park etmiş araçlarla iç edilmeden, çukursuz tümseksiz tatlı bir basışla uzayıp giden kaldırımlar. Mozaik taşları zamanla (zaman! bizim gencecik göçen kaldırımların hiç tanımadığı şey), basıla basıla cilalanmış. Zeminleri hafifçe dalgalanmış ama o kadar. Kullanılan çeşitli tür taşın doğal renkleriyle bazı yerleri açıklı koyulu desenli. Bir anakondanın sırtında gibi yürüdüm oralardan. (Daha sonra hepsi de deniz temalı desenli olanlarını gördüm: Yelkenliler, dalgalar, balıklar, denizatları..)



Palermo, Tanca, Adana, Mersin.. bir rüyada iç içe geçer, her köşe başında biri diğerine dönüşür gibi.

Tipleri bizi andırıyor. Uçakta da ağzını açana kadar Türk sandığım insanlar vardı. Milliyeti ilk ele veren bakışlarına kadar. Epey de siyah var. Brezilya’dan, eski Afrika kolonilerinden göçenlermiş.

Kulak kabartarak aralarından geçtim. Al sana kulaklar dolusu içini eriten Portekizce. Kaldırımlarının taşları gibi, ağızda çevrile çevrile köşelerini, sivriliklerini kaybetmiş, tatlı eğrilerle, bazen bir virajı alan tramvay gıcırtısını çağrıştırır bir sürtünme, yerinde dönmeyle, kaldırımları misali hafifçe dalgalanarak uzayıp gidiyordu.

Yabancı olmayı sevme nedenlerimden biri, kanıksayıp gittiğimiz şeylerin aslında ne kadar olağanüstü olduğunu hatırlamak. Diline göre fokurdayan, tıslayan, gıcırdayan, takırdayan, şakıyan, patlamalı, inlemeli sesler çıkarıyor ve bunlara ortak anlamlar yükleyip birbirimizi anlayabiliyoruz mesela. Başkasına yabancı şehirlerde peyniri içindeki fareler gibi cirit atabiliyoruz. Karmaşık davranış kodları içinde burnumuzu karıştırır gibi hareket edebiliyoruz. Yabancı bir yere gittiğimde beni en çok tazeleyen şeylerden biri akvaryuma dışından bakış. İnsanın daldığı rüyayı dışından görmek.



Trafik ışıklarına bayıldım. İnsan boyundalar. İş çıkışına yakın öyle çılgın bir trafik de yoktu.

Bir iki kez daha sorup rota düzelterek Gulbenkian’a geldim. Sık yeşilli, gölcüklü, ördekli büyük bir park içinde. Birkaç kahve, galeri ve Bauhaus tarzı ana bina. (Parkın öbür ucundaki modern sanat müzesini ertesi gün keşfettim.) Yeşil labirente hazla daldım. Kuytulukları tatlı serin. Açıklıktaki çimen kaplı eğime akşamüzeri ışığında genci yaşlısı, çoluk çocuğu yayılmışlar. Şehrin ortasında depderin doğa.



Ana binada Kum Kapı adlı bir sergi vardı. Türk halıları. Onu geçip İstanbul doğumlu ve petrol zengini olduğunu ayaküstü öğrenip hikayesinin geri kalanını bilmediğim Gulbenkian’ın sanat koleksiyonundan oluşan müzeye çıktım. Bursa, İznik çinileri, saray halıları, İslam eserleri.. hızla geçtim. Çin-Japon şeylerine ayrılmış bir bölüme girdim. Rüyayı dışından görmenin bir yolu da müze gezmek. Sahibine, paylaşanına onca anlam ifade eden nesnelerin dışında kaldığında anlamın içkin değil, verilen bir şey olduğunu hatırlıyorsun.

Dünya kadar işli kocaman sıkıcı vazolarla panoları Avrupa eserleri izledi. Fırtınalı bir Norveç sahili tablosu, Rodin’in bir heykeli, bir iki başka heykel ve Lalique bölümünde tempomu düşürdüm. Bunlar benim de sevdiğim, anlam yüklediğim şeyler.

Dönüş yolunda araçlara kapatılarak yayalara ayrılmış bir yan sokak dikkatimi çekti. Ortasından yükselen devasa yemyeşil ağaçların kıvrım büklüm üst dalları gölgelerinin düştüğü iki yandaki binaların renkli cepheleriyle müthiş bir resim oluşturuyordu. Oraya saptım. Köşe binadaki taş levhada adını okudum: Avenida Conde de Valbom. (Cadde, sokak isimlerinin köşe binalarda böyle taş levhalara yazılı olduğunu burada anladım. Direk ucunda mavi vs boyalı standart levhalar arıyordum nafile.)

Açıkta kahveler, lokantalar da vardı ama gözlerim o Hint dansı yapan üst dallarda, sokağın öbür ucundan çıktım. Kafam karıştıysa da bir süre sonra kendimi otelin önünde buldum. Oradan aldığım tavsiyeyle Büyük İlyas lokantasına yürüdüm. Sempatik bir yerdi. Arada bana hizmet etmek için tabağının başından kalkan garsonlarınki hariç tek masa benimkiydi. Lizbon spesiyalitesiymiş, ızgara sardalyelerle leziz bir erken akşam yemeği yiyip temiz ama o kadar otelime döndüm. İyi gelen bir duş ve yırtık havluyla kurulanıp sigara yanığı iki delikli çarşafın altına girdim.


Bir ucu İstanbul, diğeri Lizbon, uzun bir gündü.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

BAĞIMLILIK ETÜDÜ -3

Yorgun, sıkkın, sevinçli.. durup bir sigara yakacak, derin derin içine çekeceksin, öyle mi? Sigaran seni nefesin kadar şaşmaz bir şekilde düz, güvenli bir yere götürecek. Keyfine ortak, keyifsizliğine derman olacak. (Tabii zihninde bu iyi şeyler olurken o iş için yapılmamış bedeninde süren yıkım gözünden de gönlünden de ırak tutulacak, buna dikkat çekilmesi, bedeninin verdiği sinyaller hoş karşılanmayacak, tez elden bir kenara atılacak. Bağımlılık çelişki kaldırmaz; seçeceksin ya zihnin oyunlarını ya bedenin gerçeğini.)

Aslında mesele gelip bir tek şeye dayanıyor; anı itirazsız yaşayamamaya.

İlle meşgul olacağın, oyalanacağın bir şeyler olacak. Bunlar sağlıklı (bedene de zihne de iyi gelen) şeylerse ne âlâ.

Mesela sigaranın yerini bende gayet doğalca flüt aldı. O da el ve nefesle ilgili. Üstelik zehir çekeceğine çaldıkça güzelleşen sesler üfle!

Ama asıl özgürlük sağlıksızın yerine konulan sağlıklının da altına inip an ne getiriyorsa onu yaşayabilmekte.

Sıkıntıysa sıkıntı.

Aşırı sevinçse sevinç.

Heyecan, kaygı, korku ise bunlar.

Zorlandığında oraya buraya çark etmeden, sigarana, telefonuna, flütüne, kamerana, alışkanlıklarına can simidine sarılır gibi sarılmadan yaşayabiliyor musun yaşayamıyor musun?

Ve boşluğa dayanabiliyor, ayık, uyanık kalabiliyor musun?


Tıka basa doldurulmamış haline boşluk deyip geçtiğin Yaşam çünkü.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

BAĞIMLILIK ETÜDÜ -2

Sigara fiziksel etkisiyle somut. Yani gerçek. Yemek gibi, içki gibi. Bu somutluğuyla yaşadığımın kanıtı oluvermiş. Sigara içiyorum, o halde varım. Bırakmak artık olmamak korkusu veriyor.

Zamanımla birlikte ciğerlerimi dolduruyordu. İçmezsem nefes alamam gibi geliyordu. Etrafın bütün uyarılarına rağmen fırıldakçı birine abayı yakmış gibiydim. Seni soyup soğana çeviren, döven, tamam, biraz da seven bir haytaya.

Alışkanlığın doğurduğu korkular da kendisi kadar akıl dışı tabii ama bu onları etkisizleştirmek bir yana, daha etkili yapıyor. Aklının kontrolünü yitirmiş biriyle nasıl anlaşacaksın, tutturdu mu tutturur, saplandı mı kalır.

Ben de bu çılgınlığı doğrudan karşıma almadım.

Başımı önüme eğdim, durup bedenime bunu yapmaya devam etmek istiyor muyum diye sordum, sonra da etimin cevabına kulak verdim. Sesi hiç de bağımlınınki gibi gür, müzakereye kapalı, baskın çıkmıyordu. Onun gibi yaygaracı, dar açılı hiç değildi. Edepsiz, cazgır bir politikacı misali, aksini düşünecek olduğunda kendinden kuşkulanmana da yol açmıyordu. Usul, kendi halinde ama lamı cimi olmayan bir netlikteydi: Hayır.

Paketi çekmeceye koydum. Buruşturup atmak, davul çalarak aleme sigarayı bıraktığımı ilan etmek.. Karşıtlık yaratacak, geri tepecek zorbaca bir geçişe gerek yok. Onca zaman canın ciğerin olmuş bir şeyi birden düşman ilan etmek orta yolu bulamadığını, bir uçtan diğerine savrulduğunu gösterir gösterse gösterse. Artık orada olmak istemediğin yerden gürültüsüzce çık git.


Kulağımı ince seslere açık tuttum. Daha önce bağımlılığın gürültüsü, kabalığı altında kalmış ince seviyelere.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

BAĞIMLILIK ETÜDÜ

Sigara konusu, düzenlemesi epey iş çıkaracak bir dolabın kapağını hiç açmamak gibiydi. Hayatımın dokunmadığım, kurcalamadığım bir kısmı. Olanca saçmalığı, çelişkisi, potansiyel sorunuyla birlikte kapalı kapakların ardında derli toplu duruyordu. Bıraktığım ve sekiz yıl boyunca içmediğim tek seferin bir çeşitlemesini bekliyordum galiba: Yerine yapacak çok daha iyi bir şey bulmak ve bunu sınırlayan sigaranın sürdürülür olmaktan çıkması (o vakit meditasyondu, nefesim ona lazımdı).

Yerine yapacak çok daha iyi bir şeye sıra gelmeden beklenmedik bir anda sigara içmeyi kestim.

Bir yandan yokluğuyla baş etmeye çalışırken de alışkanlığın ne menem bir şey olduğunu, nerelere yayıldığını, köklerinin nerelere uzandığını izlemeye başladım.

Madde bağımlılığını aşmak öyle zor olmadı. Asıl güçlük, bir zaman yapılandırıcısı olarak yokluğuna dayanabilmekti. Sigara içmenin günü iskelet gibi ayakta tuttuğunu, bunsuz vurgudan yoksun kalacak zamanı yumuşakça benzeri olmaktan çıkardığını iliklerimde hissettim.

Bendeki işlevlerini bu kez dışarıdan gördüm:

Metronom misali zamanı, tempoyu vurgulamak (guguklu saatlerin saat başı ötüşünün insana verdiği o rahatlama, tatmin benzeri; zamanı geçirmek aktif bir başarı, geride bırakılmış somut bir işmiş gibi).

Ev hayvanlarına verilenler misali bir ödül (şu işi bitirdin, şunu yarıladın, aferin sana).

Yaşadığın anla barışık olmadığında kaçıp sığındığın bir “yer.”

Yaşadığın andan aşırı heyecan/hoşnutluk duyduğunda enerji fazlasını attığın bir egzoz.

Vs.

Bütün bunların üç şeye indirgenebildiğini fark ettim:

Boşluktan ürkmek.

Rahatını/dengeni bozandan kaçmak.


Ödüllendirilmek.