Bir şeyi nasıl kavradığım ya da kavramam gerektiği bazen kendini
bir imge ile ortaya koyuyor. Tastamam ve yalın. Tamam, anladım, oturdu diyene
kadar da peşimi bırakmıyor.
Değişimi, güçlenen dürtüsünü, bunu nasıl paylaşacağımı düşünürken
de öyle oldu.
Kök salmaya başladığı bir topak toprağı ile havada bir
fidan ve zeminde, toprakta açılmış yeri. Yeterince derin bir çukur.
Başlayan bir değişimin yolunu nasıl açar, sonuna kadar
götürürsün? Gelir geçer bir fikir olmaktan öteye nasıl taşırsın?
Alışkanlıkların, koşullanmaların geri çekiciliğine karşı nasıl güçlendirir,
ivme kazandırırsın? Çaba ve süreci kendi işleyişine bırakmayı nasıl
dengelersin? Nereye kadar bastırır, sonra akışa bırakırsın? Dürtüyü yalnız
zihninle değil, tüm varlığınla, tutkuyla, esinle, inançla nasıl besler, sürekli
kılarsın?
Sırf kafada kalacak bir “değişmeli” fikri, dikilmek için
eline aldığın fidanı öylece, belki bir iki bastırarak toprağın yüzeyine koyup
tutmasını beklemek gibi. Gereğine kani olmak, telkinler, soluğu bir yerde
kesilmeye mahkum olan irade zoru sürdürülebilir bir süreci başlatmaya yetmiyor.
Değişim dürtüsünün zihinden bedene, içgüdülere, sezgilere
katman katman tüm varlığını kat etmesi gerekiyor. İmgenin gözüme soktuğu bu.
Fidana toprakta derinleştirerek bir yer açmak, güzelce gömüp tümseğini,
etrafında can suyunu vereceğin hendeği
hazırlamak. Sonra da düzenli olarak sulamak, gübresini vermek parazitleri uzak
tutmaya bakmak. Gerisini de ilişkini bu şekilde organik kıldığın, yani tüm
varlığını açtığın sürece bırakmak.
Fidana toprakta bir çukur açmak, zihnin hayhuyundan,
nereden eseceği, neler getirip götüreceği belirsiz kaprislerinden, ayran
gönüllülüğünden, dikkati otuz yere bölüp berhava edişinden düzenli olarak geri
çekilmek benim için.
Sessizleşmek, sakinleşmek. Ağzını kapayıp kulaklarını,
gözlerini dört açmak. Sesi ancak o zaman işitilir olan çok daha etraflı bir
kavrayışa meydanı bırakmak. Hayata, mevcuda onun gözünden bakmak.
Çabayı, zorlamayı sadece buna gündelik olarak zaman
açmada kullanmak. (O da bir yere kadar; bir süre sonra duş yapmak, dişlerini
fırçalamak kadar pazarlıksız, giderek de istekle giriştiğin bir “iş” haline
geliyor.)
Neden uğraşayım sorusunun cevabını da (çünkü böyle
olmuyor, hayatla birlikte akamıyorum, kendimi kopuk, verimsiz, doyumsuz, yaşayışımı
eksik, yanlış, haksız hissediyorum, yaşama, başkalarına, olaylara ilişkin
yorumum beni hiçbir yere götürmüyor, bıktırıcı bir tekrarın çarkında tükenip
ufalanıp gidiyorum, içim hınç, içerleme dolu, tadım, ışığım, sevincim yok vs vs
vs) yakıcı bir ivedilik halinde bir kürek olarak kullanıyorum.
Gerisini sürece, kendi zamanına bırakmak, umduğunla
değil, bulduğunla doymayı öğrenmek. Bu ikisi çok farklılaşabiliyor haliyle. Taptaze
olmaya bırakabildiğin hiçbir yaşantı ona ilişkin öngörülerin, beklentilerin,
korkularınla uyuşmuyor. Sana beklediğin yerine hiç bilmediğin, tanımadığın,
dolayısıyla umamadığın şeyler sunmasına bir kez alıştın mı sofraya başka türlü
oturmaz oluyorsun. Yeni, eskinin, bilebildiğinin, öyle olduğunu sandığının
tekrarı olabilir mi? Adı üstünde! Ve zihninin kokuşmuş tefrikleri aradan
çıktığında her an yeni.