25 Ağustos 2014 Pazartesi

NEŞRİYAT

Arka sokaklardan birindeki evinin önünden geçtiğim otuz yıllık komşumuz beni durdurdu.

“Babanın işitme cihazı yok mu?”

Sesimi ağır işiten kulaklarına göre epey yükselterek, var, dedim. “Ama takmaktan hoşlanmıyor.”

Vah vah, dedi. “Sana da yazık. Sohbet etmek istediğinde bağırıp çağırmak zor.”

Babamla sabahki konuşmamızı kast ediyor olmalıydı. Bir ucu mikrofon olan kulaklığını taktırmıştım oysa.

(Yoksa geriye kalan tek seçenek, plastik kaplaması sıcaktan gevşeyip buruş buruş olmuş yazma tahtasına yakıtı tükenmeye yüz tutan kalın keçe kalemle yazmaktı ki ona da üşeniyorum. Kumaş mendillerini jilet gibi ütülü seven babamın tertip arayışı dile de uzanıyor. Kısaltmalar ya da söylendiği gibi yazmak onun iletişim aralığından geçmiyor. Bir de bunları uzun uzadıya açıklamayacaksam başından düzgün anlatmalıyım. “Ne biçim yazmışın. Söylemiycem olmaz ki..”)

Haykırışımın mikrofonu ve kablosunun ucundaki kulaklığı aşıp ta nerelere uzandığını kestirmeye çalışırken güldüm. Sesimin erimi ne acaba? Arkamızda kalan kaç sokağa, eve yayılıyor?

Önümüzdeki denizde yansıyarak karşı tepelerde yankılanmış sözcükleri düşündüm. Keçilerin sesin kaynağına doğru kımıldayan kulaklarını, dikkat kesilen ağustosböceklerinin duruveren ötüşlerini, karabatakların bizden yana çevrilen başlarını hayal ettim.

            HÜNKAR BEĞENDİ
            THOMAS HARDY
            HAMAMBÖCEĞİ
            DERE.. YOK YOK, DEVE DEĞİL

Sonuna dayanan işitme kapasitesiyle babama meramımı anlatmak, yüksüğü bir kova su boca ederek doldurmaya çabalamak gibi.


Pek azı hedefe ulaşan gümbür gümbür bir neşriyat.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

İNSAN ÖLÇEĞİNDE

Her halini görmedim. Her iklimini yaşamadım. Nahoş yanlarıyla karşılaşmadım. Hala yabancısı sayılsam da Silifke’nin bana öteden beri verdiği, nedenini kurcalamadığım tatlı duygu, şimdi artık geçirdiğim vakit arttıkça derinleşiyor. Mutedil. Barışçıl ve renkli.

Güzelim Göksu’nun seyri yeter. Coşkun, durgun, cılız, gür, bazen adındaki gibi göğün, bazen kızıl çamuruyla yerin, genellikle bu ikisi arası renkleriyle Torosları ovaya taşıyor. İklimini, hissini. (Kışın aman dedirttiği söylenen poyrazı yazın da pek o kadar geçimli rüzgar değil.) Şehri ortasından bölen ırmağın iki kıyısındaki parklardan birinde otur. Seyret. Tropikal denilecek kadar sık, çeşitli bitki örtüsünün vadi boyunca uzanıp gidişini. Suyun türlü türlü hallerini.

Dağ, vadi, ova, deniz, bütün bir alacayla burada bir araya geliyor.

Kaldır sonra başını, insanlara çevir. Bakışların terli, gevşek, münasebetsiz bir el gibi üzerinde dolanmadığını fark edeceksin. İletişim sana kalmış. Gevezelik, yarenlik istersen tamam. Yoksa insanlar kendi işi gücünde. Cuma pazarında köyden gelip ürününü satanları gör. Bereket Boynuzu gibi uzanan pazarın kendi kadar cümbüş insan geçidinden tadına vararak geç. İçin açılır, ağzın kulaklarında, takılmalara karşılık verirken rahatlığın sürdüğünü hissedeceksin. Kadın-erkek aynı hizada. Kaç göç yok. Irmak insanların da içinden geçer, şivelerine akıcılığını, iklimlerine ılımanlığı verir gibi.

Bebek arabasıyla parka gelip bir banka oturan, birasını çıkarıp sigarasını yakan kadına, bedenlerini gözlerden, sabit fikirlerden sakınma gereği duymadan doğal bir özgüvenle öğle üzeri kebapçıya, ciğerciye, sıkmacıya bir başına ya da arkadaşlarıyla gelen diğerlerine sataşan, karışan yok.

İstanbul’un hayatta kalamayan define adası kitapçısı Robinson Crusoe’nun buradaki karşılığı Halk Kitabevi, sahibi Yaşar beyle Silifke resmime işte o noktadan girdi.

Halk Kitabevi, şehrin hiç azımsanmayacak okur-yazar takımının buluşma yeri. Bulabildiğin kitaplar yeter. (“Don Kişot mu? YKY’den çıkan iki ciltlik İspanyolca aslından çevirisini mi istersin, Fransızca’dan tek ciltlik çevirisi de işini görür mü?”) Buna insanları bir araya getirmekten esaslı zevk aldığı anlaşılan Yaşar beyin güneşli enerjisi, şevki de eklenince Halk Kitabevi tanışlara her seferinde yeni, başlı başına ilginç birilerini katıyor. (Son gidişimde, dışarıda oturmuş çay içerken “Uzuncaburç kazısını yürüten Ender Varınlıoğlu hocayla da tanışmanızı isterim” dedi. “Yazları kazı yerinde, kışın Silifke’de yaşıyor.” İçeri girdi. Elinde kalın bir ciltle geldi: Marcus Valerius Martialis, Epigramlar. “Annesi de çok değerli bir bilim insanıdır. Latin dili ve edebiyatı profesörü. Epigramları aslından çevirmişti.”) Kapılar kapıları açıyor. Kim bilir nerelere uzanacak bir ilişkiler ağının tıkır tıkır dokunmaya başladığını hayal ediyorsun.

*
Benim gibi bir yönsüzün cenneti burası diye mırıldanarak ikinci köprüden geçtim. Bir şehirde kaybolup durmadan vızır vızır dolanmak ne zevk. (Bununla birlikte, plan-program izlemeyen, sokakları günden güne ortaya çıkan ihtiyaçlarla kıvrılıp bükülmüş, daralıp genişlemiş şehirciliğiyle yolunu mantık yerine ezberleyerek bulmak zorundasın. Mimarisindeki güzellik ise betonun –ve bir dönem onun et beni olmuş betebe cephelerin-, yeni yeni de çelik ve füme cam kaplamaların oyuna girişiyle bitmiş. Tek tük kalan ve iklim ile çevre farkındalığıyla tasarlanmış konaklara girdiğinde, dünyanın –üstelik bu bölgede kesilip duran- elektriğini yiyen klimalar olmaksızın o acımasız yaz sıcağının bile uysallaşıp rahat dayanılır hale geldiğini fark ediyorsun. Düz çatıları güneş panellerinin, su depolarının, cepheleri kepçe kulak antenlerin kalabalığıyla göz tırmalayan kişiliksiz apartmanlar, evler, insanın pençe pençe bugünkü el izleri.)

Ölçeğin insandan kalabalığa kaydığı, bireyliğin yerini anonimliğe bıraktığı büyük şehrin verdiklerini de aldım. Burada ise insan ölçeğine dönüş şimdi bambaşka bir koldan besliyor. Çeperlerine gölgemin düşebildiği bir mekan ilişkisi. Varlığımın, dışarı adımımı atmamla dağılıp buharlaşmak yerine yankısını bulabildiği. Devasa bir hangarı dolaşmakla evinde gezinmek arasındaki fark.

Yerin en şık pastanesi Özkaymak’ın dışarıdaki masalarından birinde oturuyordum. Daha önce de gördüğüm bir genç, zangır zangır titreyen ince, çarpık bacaklarına değneklerinden destek alarak iki büklüm geldi. Bileğindeki torbadan çıkardığı yara bantlarını gösterip efendice alır mısınız dedi. Onda dilenci görmedim. Elin tersiyle kovulacak bir sinek misali keyfimi kaçıran bir şey. Vakit fukarası sıkışık bir hayatta düşünmek istemediklerimin üzerine kapanmış bir kapı. Baktım ve bir insan gördüm. Ben bozukluk çıkarırken oturan herkes cebine davranmıştı. Arka taraflardan çocuğuyla para gönderen bir kadın, çocuğu “Yara bandı almadan ver” diye uyardı. Bir adam kağıt on lira uzattı. Genç teşekkür edip giderken millet yeme-içmeye, sohbete geri döndü.


İnsan ölçeğinde diye aklımdan yeniden geçti. Mekan ve birbirleriyle ilişkide insan ölçeğinde bir yer bu Silifke.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

GÖLGELER UZAYIP KISALIRKEN

Sudan çıkarken seçtiğim çakıllarla kuruyup köseleleşmiş bir nar, düz çatının öylece attığım köşesindeki güneş saatim oldu.


Gündoğumunda bir yana uzayıp giden gölgeleriyle uyanıyorum. Dönerek kısalan gölgeler sıcağın da tepe noktasında birer sızıntıya dönüştüğünde siesta vakti. Sonra, sabahkinin aksi yönde uzamaları. Güneş dağa değdiğinde kepengi ertesi sabaha kadar indirişleri.

Basit bir yaşam. Doğada rutin azı çoğaltıyor. Sosyal hareketin geri çekilişi gözü içe açıyor. Hayatın salonlarından mutfağına. Salonda sürekli yenilik, çeşitlilik, görünüm, gösteriş öndeyken mutfakta patates patatestir ve ateş bulunalı beri aynı doğa kurallarıyla pişer.

Zihnin, duyguların, algının mutfaklarında dolanmak, sakin farkındalıklarda doyum bulmak, yüzeye ait şeyleri önemsizleştiriyor. Tenim karardıkça renkleri solan iki şort, üç tişört, üç kıtada kim bilir kaç yüz kilometreyi benimle yürümüş bir çift sandalet, özel günler için de penye bir elbiseden ibaret gardırobumdan duyduğum hoşnutluk, zamanı gölgelerle izlediğim bu yerde başka şeyle kolay kolay değişmeyeceğim bir yoğunlaşmanın ödülü.

Bir yandan dünya kafamdan, ondan önce yüreğimden geçiyor. Dolaysızca. Hiç olmadığı kadar yakın. RTE hoyratlığının umulmadık bir etkisi, kendimi topluluğa ait hissetmek oldu. Belki ilk kez. İliğimde. Hiçbir yerdeki insan acısı yüreğimin köşebaşından daha uzak değil. Şiddetin doğurduğu şiddet. Kaos.

Kontrol duygusuna, bunun da en kestirme yolu olan açıklamalara, ham cevaplara ihtiyacım ise giderek azalıyor. Görüyorum. Bilebilirliğimin sınırlarının (öğrendikçe genişlemek yerine daralan sınırlar) ve sonsuz girdili karmaşıklığı ancak bir yanıyla bir yere kadar anlamlandırabileceğimin farkındayım. Çöp adamlardan öteye gidemeyecekken resmini akılla çizmektense sorularla yaşamayı öğreniyorum. Ucu açık, gerçek sorularla. Ve belirsizlikle. Kalmak, aklın kendini bilmez iddialılığına sığınıp yakıcı insan deneyimiyle araya mesafe koymaktan daha yakın.


Artık çok daha yakın.

.

12 Ağustos 2014 Salı

ERDOĞAN İLE LAO TZU

Onu belki insanlığın kolektif bilgeliğinin et-kemiğe büründürülmüş hali olarak değil de gerçekten yaşamış ve Yol ve Erdem (Tao te ching) kitabını miras bırakmış kişi olarak bugüne buyur ediyorum. 27 yüzyıl sonraya. Eriştiği derinlikte zaman ne de olsa hiçbir şey. Yeni, güncel, çağdışı gibi nirengileriyle zaman, yüzeyden seke seke giden bizlerin tartısı.

Kıyıdaki kahveden ahşap sandalyelerin en rahat görünenini alıp sıkı sıkı kenetlenmiş dut ağacı ile jakarandanın gölgeliğine çekiyorum.

Usul adımlarıyla ayaklarını açıkta bırakan beyaz entarisi içinde ince-uzun, geliyor, oturuyor. Çenesinden epey aşağı uzanan yumuşak sakalı batı yelinde hafifçe dalgalanıyor. Çekik gözleri aralık.

Tek başına varlığı, gömülüp debelendiğimiz bütün karmaşaların ötesine işaret ediyor. Şeylerin özüne dokunan, derin, çok derin bir kavrayışın olabilirliğine.

Yanına oturduğum an nefesim derinleşmeye başlıyor. Zihnim karmakarış, atlayıp sıçrayan, birbirini bastıra kışkırta çalkalanan düşüncelerden boşalıyor. Sessiz ve engin, sıfırdan bakmaya hazır.

Erdoğan’ın bağırıp çağıran, karanlık bakışlı görüntüsünü sesi kapatılmış bir televizyon ekranında önümüze getiriyorum.

Bize fevkalade güncel gelen, tehlike ve ivedi korunma güdülerimizi ateşleyen, karşıtlarında infial, yandaşlarında hayranlık uyandıran, kiminin kahramanı kiminin kabusu bu figürde bilgemiz için yeni, şaşırtıcı, telaş uyandırıcı hiçbir şey yok. Bileşenleri sürekli değişim içinde birbirinin yerini alan bir güçler oyununun şu an sahnedeki figüründen ibaret.

Hiçbir şey demeden, bak, diyor. İyi bak.

Ve söyletiyor:

Hasmına hakkını vermene, oynadığı rolü takdir etmene neden işaret ettiğimi görüyor musun?

Benzerlerin senin zaten kabul edip benimsediğin yanını yankılar. Onlardan aldığın, hoş gelen onaylanma. Sana yeni bir şey öğreten hasmındır.

Sahiplenmediğin, ittiğin, şiddetle inkar ettiğin yanlarınla onun tuttuğu aynada yüzleştiğinde karşıtlığın da nasıl başlayıp keskinleştiğini göreceksin.

Hiç senin gibi görünmüyor, doğru. Ama bu, dalgalı yüzeyi, yer yer dökük sırı, küflü kenarlarıyla görüntüyü eğip büken, kıran, içini dışına çeviren bir ayna. Sana yüzeyi değil, karanlıklarını gösteriyor.

Yansıyanları onda, sadece onda gördüğün sürece kendi karanlığını onda aklıyor, kendini ve benzerlerini aklaştıkça aklaşan kaşıklar gibi kenara diziyorsun.

Kutuplaştırıyor, nefret tohumları saçıyor diyerek “haklı” öfkende şahlanırken senin de onun aynasını doldurduğunu görüyor musun?

Görecek misin?

Yoksa “Önce o başladı!” diyen çocuklar gibi, ancak çocukların ve büyüyememişlerin inanacağı bir masumiyet perdesinin arkasına sığınmaya devam mı edeceksin?

Tekerine çomak sokulmasından kimse haz etmez. Ama çomak bir kez oradaysa dur ve bak.

Etkinin ve tepkinin, nedenlerle sonuçların zincirini önüne ser. Geriye doğru izle. Sorgula. Aydınlat.

Hasmın olarak ortaya çıkan, her şey güllük gülistanlıkken gökten inmiş bir felaket, bir savunma zafiyeti mi?

“Farklılıklara tahammülü yok, kendine benzemeyeni yok bilmeye, yok etmeye, toplumu kafasına göre biçimlendirmeye kalkıyor!”

Öyle mi? Ya sen? Acaba, belki, ya ötesi demeden tartışmasızca asil, yüce olduğuna inandığın nedenlerle aynının tam ters yönde yapılmış olmasını onaylıyor olabilir misin?

Hasmında (incelmişlik-kaba sabalık farkı gözetmeden) kendi ayna tersini gördüğün an neyin nasıl yapılıp yapılmayacağı da aydınlanmaya başlamıyor mu?

Evet, seni kabuğundan çıkaran, yontan, karşıtlık. Kayıtsızlıktan uyandıran, rahata ermek için mücadeleye çeken, mücadele ederken geçmişindeki onaylarınla, kabullerinle bugünün hazırlanmasındaki rolünü sorgulatan, daha iyi bir ortak yaşam için neyin farklı yapılması gerektiğine ışık tutan o.

*
Rüzgar dönmüş, yanımdaki tahta sandalye boş.

Lao Tzu ne vakit kalkmış da geldiği zaman dışılığa yeniden karışmış?



Acele karar vermeyin, yoksa sizin de herkesten bir farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında hüküm vermekten kaçının. Hüküm aklın durması halidir. Bir hükme vardığınızda akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişimi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima hükme zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, insanı huzursuz eder. Oysa yolculuk asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar, bir kapı kapanırken başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız, daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

SEYİR

Geride yürek ağırlığı bırakan bir seçimin ardından epeydir evirip çevirdiğim konuya ek bir bagajla döndüm: Düşünmekten çok beni serinkanlılıkla düşünmekten alıkoyan duygusal bir düğüm oluşla.

Konu seyirdi. Anında seyircilik çağrışımına ve buna yüklenen olumsuz anlamlara kayan, benimse bunların dışında iyi bir zemin olarak tasavvur edip deneyimlediğim şey.

Gaz ile frende ara pedal: Debriyaj.

İki düzlemde. Verili bir olgu ve bu olguyla benim nasıl ilişkilendiğimde gözlem.

Olayların tezahüründen çok dinamiklerine eğilmek.

Etiketlerin, el altındaki kısa yolların ötesine geçmek. Refleks eylemden geri çekilmek ve durmak. Anlatıla gelen hikayeyi bir yana bırakıp alan açmak ve anlaşılacak başka ne var, bakmak. Çünkü çoğunlukla yaptığımız bu değil mi? Bir olguyu kendimize (koşullarımız, koşullanmalarımız, eğilimlerimiz, korku ve arzularımıza) göre öyküleştirip bu hikayeyi de önce gerçek, hemen ardından doğru ve (tek sesli bir varlıksak) tek doğru yapmıyor, olgu ve onun karşıtları/yandaşlarıyla ilişkimizi bu hikaye-gerçeğin merceğinden kurmuyor muyuz?

Seyir, bok lafını duyar duymaz burnumu kapayıp yüzümü öte yana çevirmeden bokböceğine VE burnunu refleksle kapayıp yüzünü öte yana çeviren kendime bakmak. Görmek için bakmak.

Sınırları, basıldıkça harekete geçen tepki düğmelerimle çizili görüş, kavrayış alanımı genişletmek, derinleştirmek için. Daha özgür olmak, harekete geçeceksem oradan geçmek için.

*
Sıcak fazla geldi. Defteri kapayıp suya girdim. Dalıp, ısınan kafam serinlerken dipten gittim. Sonra sakinleşen zihin ve onun rahat bıraktığı bedenle adaya yüzdüm. Açıklarda su yüzünde bir şey görüş alanıma girdi. Ağzı açık iri bir balık kafası? Yarı gövdesine kadar çıkmış açık gagalı bir deniz kuşu? Henüz seçemediğim yanı yaralı, çürümüş bir leş görme beklentisiyle gerildiğimi hissettim. Yan tarafıma alarak yaklaştım. Belki de bir karton kutunun köşesidir? Mesafe ve ışığın vuruşu değiştikçe olasılıklar çeşitleniyor, bunlara vereceğim tepkilerin öngörüsüne göre bedenim gerilip gevşiyordu.

Sonunda, köşesinden açılıp kağıttan bir kayık gibi sürüklenmekte olan solmuş bir cips ambalajı olduğu ortaya çıktı.

Güldüm.

“Böyle işliyor işte. Olayın kendisine bile gerek yok. Ona yorulan ve alelusul devreyi kapatan imler yeterli.”

*
Olgudan (cips ambalajı) uzaklaşıp imlerine ve bunlara verdiğin tepkilere gömülürken düşünce duyguyu, duygu düşünceyi doğuruyor ve pekiştiriyor. Ortaya çıkan pekliğe de gerçek diyorsun.

Seyir, bu çevrimin elinde kukla olmaktan çıkmak için de.


(Bu kadar değil. Sanıyorum devam edeceğim.)

7 Ağustos 2014 Perşembe

RENK BANYOSU




Bu çerçevedekilere mevcut duruşunuzun ardından tepki verebilir, yalnızca denizin tadını çıkaran insanlar görebileceğiniz gibi, Batı koşullanmalı şehirli züppeliğiyle irkilebilir, burun kıvırabilir, göz önünde-ayak altında olmadıkları sürece hoşgörünüzü lütfettiğiniz “bu insanlara” yarısı olmayan resimlerinize böyle pervasızca daldıkları için içerleyebilirsiniz.




Beni hazır tepkilerin ötesine geçiren, sundukları görsellik oldu. Akşamüzeri ışığında tatlılaştıkça coşan renkler. İzliyorum. Denizle yeni yeni ilintilenmenin getirisi, “makarna” tabir edilen o rengarenk sünger yüzme çubukları, gittikçe ayrıntılanarak alacalı güneşlikler vb eklenen simitler, şişme botlar. Haşemalar. Siyah azınlıkta; mavi, pembe, yeşil, mor, sarı gözde renkler. Onların en canlıları. Artık kıyıda köşede değil, buraları münhasıran kendilerine hak ve layık görenlerin arasında, onların resimlerinin canına okuyarak, bir yandan da rengarenk yeni bir resim oluşturarak denizi hayatlarına katmanın zevkine varışlarını izliyorum.