31 Mart 2014 Pazartesi
26 Mart 2014 Çarşamba
VADİDE
Gittiğim
yerden uzak olmamalıydı. “Dikmen vadisi ne tarafta?” Evine girerken yakaladığım
adam alışveriş torbalarını yere bırakıp tarif etti.
Blokların
arasından kıvrılıp kılcallaşan toprak bir yola çıktım. Kıyısındaki gecekondunun
önüne on on beş çöp ayıklama arabası dizilmiş. Geri dönecekken arabaların
başındaki adam “Geç teyze!” dedi (Teyze!) “Yol aşağı çıkar.”
Aralarda
tek tük gecekondu ile inişli yokuşlu dalgalanan bir arazide blok apartmanlar
ormanı. Kimi site, hayli pahalı olduğu belli. Duvarların ötesi bakımlı. Berisi
ise çoğunlukla asfalt yol. Aşağı doğru tek tarafta kaldırım bile var. Yürüdüğüm
tarafsa dar bir şarampole bitişiyor.
Apartmanlar
apartmanlar. Kuruldukları çıplak yamaçlar sonra. Ara ara ağaçlarda baharlar
patlamış. Mor, pembe, beyaz. Ağaçtan da çok minare. İnişe geçmeden gözümü sık
sık kaldırıp kuzeye, çanağın ta karşısına çeviriyordum. Görüntü orada da farklı
değil ama bakış hiç değilse iki blok arasına sıkışmadan daha öteye uzanabiliyor.
İnişte
sadece bloklar var ve aralarında kıvrılan yol.
Bir
dönüş daha ve dedikleri köprülerle vadi yanımda belirdi. Dar, uzun. Derin
kırışıklı bir erkek yüzündeki bıçak yarası gibi.
Köprüden
geçip aşağı indim.
Çok
tenhaydı. Tuhaf bir ıssızlık.
Yürüdüm.
Bayağı koyu duygu tonu da yanımdan. Serin rüzgarın ıslığı. Hoş. Rögarlardan
sızan lağım kokusu. Nahoş. Kuşlar. Hoş. Bedenimin hareketi. Ne hoş ne nahoş.
Karşıma
koca bir adam çıktı. Heykel. Kimlerdenmiş diye baktım. Türkmen şair Mahmutkulu
Firaki. Peki.
Vadi,
rüzgarın ıslığı için ayarında bükülmüş bir dudak gibi. Bir banka oturup
dinledim.
Karşı
uçtan tırmanıp çıktım.
Koyu
duygu tonunu kağıt külah gibi büküp vadiye fırlattım. Issız bir köşede görünmeyen
müşterilerini bekleyen bir taksiye atladım.
.
TONAMİ
Çelik-beton yüksek bir oteldeyim. Kısa bir süre için. Belki bir
gün. Buradan geçerken. Büyük, kare pencerenin kusursuz, çıplak çerçevesinden
okyanusa bakıyorum. Çamur gibi. Kahverengi. Kıyısı düz bir kaya zemin, sert,
koyu kahve. Pencerenin çelik çerçevesi ve bu çamur kahverengi. Algımda başka
hiçbir şey yok. Sudaysa birkaç kişi. Açıklarda irileşmese de tekin görünmeyen
dalgalarla oynaşan biri. Kıyıda su çizgisinde de bir iki genç. Siyah.
Aşağıda belki bir kat üstünden baktığım iri başlı bir palmiye.
Yaprakları top biçiminde budanmış.
Okyanus arada kendine göre hafif bir şamarla kıyıya vuruyor,
hışımla da geri çekiliyor. İnsanlara nerdeyse feleğini şaşırtmaya yeter; hâlâ
oyun duygusuyla ama buna korku da karışarak sudan çıkacak gibi oluyorlar ama
çıktıkları yok –hemen su çizgisinde sırtüstü uzanan rastalı genç adam..
girdaptaki izmarit gibi dönüyor ama gülmeye devam ediyor.
Hoparlörden yabancı bir dil yükseliyor. Uzun uzun bir şeyler
anlatıyor. Yakalayabildiğim tek kelime tonami
(vurgulanan, ikinci hecesi; toNAmi gibi). Tsunamiye böyle diyorlar demek
diyorum. Kuru, ciddi bir ses. Belki 20-30 kelimede bir tonami tekrarlanıyor.
Bu su tekin değil. Meşum. Ama içindekiler hep orada.
Dalga vurduğunda yeterince yüksekte olur muyum? Otelin temelleri
tsunamiye dayanabilir mi? Ama zemin göründüğü gibi kaya devam ediyorsa..
Korku değil. Sanki böyle bir durumda düşünülmesi yerinde olacak
olan bu olduğu için aklımdan geçer gibi.
Bir tsunami dalgası kaç metre yükselir ki?
Duyuru tekdüze devam ediyor.
Başımı sola çevirdiğimde kaynağıyla yüz yüze geliyorum. Beyaz
bir gezinti teknesiymiş. Bembeyaz. Bakımlı. Tonami sözcüğü kim bilir kaçıncı
kez tekrarlarken gözüm açık, ufak bir kamara penceresinin pul gibi
çerçevelediği bir çifte takılıyor. Yaşlı bir erkekle genç bir şehvetle öptüğü
yaşlı kadının başları. İkisi de beyaz, yüzleri kırışıklar içinde. Ama erkek
öyle genç bir neşe içinde ki.
Buymuş demek diyorum. Tonami. Ton ami.
.
22 Mart 2014 Cumartesi
BİR ZEN MESELİ
Adam kurtulmak için atlamış kayığa, küreklere asılmış da
asılmış. Zaman geçmiş, hiçbir yere varmamış.
Palamarı çözmemişmiş.
.
19 Mart 2014 Çarşamba
DİNGİN ATEŞ
Joseph Goldstein yol arkadaşı ettiğim kitabı Mindfulness’te kuşkunun iki türünden söz
ediyor. Araştıran, sorgulayan, bizi önümüze geleni, ele aldığımızı dikkatle
incelemeye iten yararlı şüphe. (Duyduğumuz her şeye dogmatik bir inanç
beslemeyi böyle bir kuşkuyla nasıl istemiyorsak o andaki görüşümüze uymuyor
diye başka yaklaşımları otomatik olarak bir kenara itmeyi de istemeyiz.) Ve
ikircik, kararsızlık, belirsizlik yaratan ayak bağı şüphe. (Bir yazar, kuşkunun
böylesi için “Şüpheyi hayat felsefesi olarak benimsemek, ulaşım aracı olarak
hareketsizliği seçmeye benzer” demiş.)
Suyum bazen bulanıyor. Dibinde her zihinsel engel gibi kılıktan
kılığa giren bu kuşkuyla yönümü yitirdiğim oluyor, bulma isteğim de
güçsüzleşiyor. Yol olmaktan çoktan çıkmış alışkanlıkların tekrarına
yuvarlanıyorum.
Çamurlu yamaçta ayağın kayıp kıç üstü oturmak gibi.
Sırasıyla afallıyor, korkuyor, yılıyor, kızıyor, gülüyorum.
Ruhsal kramp (onun da çeşidi bol; bıçak gibi
saplananından uçsuz bucaksız bir atalete kadar) şiddetini azalttığında (hep
azaltır, sen yeter ki bunun üzerine bir şeyler bina edip yapay bir şekilde
kalıcı kılma) doğrulup kuruyan çamurları silkelediğim gibi yoluma gitmek üzere.
*
Kırık bileğiyle babamı uzun boylu yalnız bırakamadığımdan
çoğunlukla evdeyim. Defter kalem, kitaplar, müzik, sessizlik, dolu boşluklar..
Niyetin beslenmekse kaynağını bol uyaranlı dışta da bulursun, görünürde hiçbir
şey olmayan içte de. İş ki iştahın yerinde, ateşin harlı olsun. Önünde bir
havuç, şartsa gerinde de kamçı oldukça her şeyi her şeye dönüştürür, hiç
yoksunluk çekmezsin.
*
Şu sıra Goldstein yalnızca yol arkadaşım değil, boş bir
çuval gibi yığıldığım, köre düştüğümde tırabzanım da. Doğrulduğumda
odaklanmışlığımı, berraklığımı, yaşama heyecanını babamın dağılan kemiklerini
toparlayan ortopedist gibi hizalıyor. Gözlerim yeniden ışıyor.
*
Fotograf çekmeyi özlüyorum bazen. Ağımı atıp saatlerce
dolanmayı. En umulmadık anda karşıma çıkan bir şeyle soluk soluğa kalmayı. Eli
boş dönmek de işin parçası. Bir balıkçı-fotografçı olmayı.
Salona elimde ufak kamerayla gittim.
Sağa sola bakındım. Bir ışık oyunu, gölgelerin cilvesi.. Sataşacak şey arayan
kedi yavrusu gibi dolanırken gözüm şöminenin tırnağındaki buzlu cam mumluğa
gitti. Oynadım. Dibinde ufacık kalmış turuncu mumu yaktım. Hem ışık hem yüzeyin
hareketiyle her anı farklı bütün bir dizi yakaladım.
Aralarından birinin adını da dingin ateş koydum.
*
“Her şey gelir, motivasyonunuza dayanır.”
.
15 Mart 2014 Cumartesi
BÖREK
“Yufkayı altıya böl” diye yazdı sütkardeşim.
O, tarifin geri kalanını yazarken bilgisayarı bırakıp
körelmiş bir kurşunkalem çektim, bir kağıda daire çizip nasıl böleceğime
baktım. Oluyordu.
“İçi yayıp bunları dörde katla.”
“Dur bir dakika. Üçgeni nasıl dörtgene katlayabilirim
ki?.”
Chat penceresinde bir “ayy” belirdi. Ardından telefonum
çaldı.
Epey bir zaman gülmesinin yatışmasını beklememiz gerekti.
Sonra derin bir nefes alıp “220 V’u 6 V’a çevirmek” dediğim bilişsel
transformatörlük devresini harekete geçirdi ve tıpkı yol tariflerinde olduğu
gibi bilgiyi benim anlayacağım
şekilde aktardı. Olabildiğince ayrıntısız, madde madde, basit. (İçin
yayılmasından sonra yufkanın katlanması faslında Louis de Funes’in bayıldığım
filmini hatırladım. Kurtulmaya çalıştığı cesedi halıya sarış sahnesini. Bir
yandan da, şimdi anladım diye diye birbirinin yerine geçirdiğim geometrik
hayaller belirip kaybolmakta, üçgen yufkalar, tasavvurumda sigara böreği, Havana
purosu, kibrit kutusu ve sedir minderi biçimlerine girip çıkmaktaydı.)
Sabah, okulla ilgisi ders yılı başında satın alınan
yepyeni şeylerle sınırlı öğrenci hevesiyle alışverişe çıktım.
*
Yemek, mutfak benim için hiçbir zaman kayda değer bir
algı kapısı olmadı. İlgi konusu, başarı hedefi, geniş anlamıyla bir dil, ifade
yolu. Estetik ve damak incelmişliği. Törensellik. (Dayanamadığım açlık hissinin
yerini hoş bir tokluğa bırakmasından ibaretti.)
Olmadı çünkü bedeninde yaşayan biri olmadım.
*
Diğer şeyleri tezgaha bırakıp yufkaya baktım.
Bir ay önce 55 yaşına bastım ve bu benim ilk yufka
alışverişim.
Bazı konularda geç inkişafın hoş yönü, deneyimi aralarında
on yıllar olan iki kişi halinde yaşamak.
Plastik torbasını, ilk açık kalp ameliyatına giren
cerrahın yürek pırpırıyla kestim. Diğer beş tanenin arasından çektiğim yufkayı
derin bir zarar verme, örseleme korkusuyla ayırdım. Bebek kucaklama ya da
çiçekçi işletme fikrinin uyandırdığı aynı korkuydu.
Yaşaması ya da ölmesi hoyratlığımın derecesine bağlı
narin bir varlık gibi keseceğim yüzeye yatırdım.
“İkiye katla, yani bir yarım daire yap. Onu üçe bölmek
daha kolaydır.”
Uzak durduğum şeylerden biri de tiril tiril bir kesinlikle
sonuçlanması beklenenler. Ütüyü bunun için sevmem. Başarısızlıkla yüzleşme
ürküntümü ta başından buruşukluk ardına gizlemek isterim.
Aslında, dedim, kutup ayılarını düşünebilirsin. Bütün o
hantallıklarıyla yavrularını ordan oraya kazasız belasız taşıyabilmelerini.
Çok da eşit olmayan üçer parçaları sonuna dayanan
sabrımla ikizlerinden ayırdım. (Sabrın geniş başlayıp böyle birden
tükenivermesi, son harflerinin feci sıkıştırılarak sığdırılabildiği el yazısı ilanları
hatırlatıyor.)
Uçları bir üçgeninkine çeşitli şekillerde en az benzeyen
altı yufka parçam vardı şimdi.
İçi koyup dörtgenden kastın her iki yorumuna göre
katladım; yandan ve üstten görünüş. Böylece çeşitli uzunluk ve yükseklikte altı
börek adayım oldu.
Yanlışı nerede yaptım, bilemiyorum. Fakat sonuç, babamın “Eline
sağlık kızım, olmuş işte” demesinin ancak çabama duyduğu şükranın derinliğini
gösterdiği bir fiyasko oldu.
14 Mart 2014 Cuma
MORAL
İçim ağır uyandım. Akşamdan kalma, dibini tutmuş bir tava
bulaşığı gibi. Derin bir hüzün. Şurada cevapsız soruların kararmış adası,
burada cevap yoksa umut nerde diyen körleşmenin çatlakları. Önü kesilmiş
enerjinin bağladığı bulaşık kaymağı..
Ya Allah deyip yataktan kalktım. Pırıl pırıl bir gün.
Uyandığı an 132. sayfaya geçebilen beynim, Rilke’nin genç şaire öğüdünü raftan
çekti:
Hep zorun peşinde olunuz sevgili Bayım. Zira sizinle
kalacak olan oradan kazandıklarınızdır. Kolay yolun geldiği gibi giden ödülleri
değil.
Banyoda gözüm çamaşır makinesine takıldı. Ağzı aralık, iş
bekliyordu. Zihnin sakin hali gibi dedim. Sessiz, dengeli ve hazır. Ama çalışmaya
başladı mı bir çalkantıdır kopuyor.
Kirliler. Fışkırtılan su. Sabun. İç ve dış çamaşırlar, yabanlıklarla evlikler,
alt alta üst üste. Gürültü kıyamet. Ama benzeme buraya kadar. Çamaşır makinesi
işi bittiğinde kirli aldığını aklanmış veriyor. Zihinse çoğu zaman tersini
yapıyor. Masum küçük bir çorap tekini kara çarşafa, kara çarşafın uyandırdığı
korkuları öfke atkısına, atkıyı pofuduk kulak örtücülere çeviriyor. Kapılıyor
kir-sabun karışık çağıldayan sellere, nerelere, ne kabus coğrafyalara
yollanıyor. Manzaraya kendi eliyle eklediği yalnız bir kayanın tepesine tüneyip
kukumav kuşu gibi daha da düşüncelere dalıyor. Çilesini kendi sararken düğüm
ettiği yumakta debeleniyor da debeleniyor.
Çamaşır makinesi işi bittiğinde efendice susuyor. Zihinse
bir devri daim makinesi. İşi uç uca düşünce üretmek.
Ama ben ürettiklerinin peşinden cengele girip kaybolmak
zorunda olmadığımı çoktandır biliyorum.
Bırak yapacağını yapsın. Sen onun ağzı açık müşteri
bekleyen çamaşır makinesi haline dön her seferinde. Boş. Sessiz. Engin.
Düşünceler, bozacının şıracı tanıkları, şapkadan birbirlerini sözüm ona
doğrulayarak çıkarıp dursun. Sen sen ol, dümen sularına kapılma.
Kardeşim, moralin nasıl diye sordu.
Güldüm.
Bırak dibe çöksün kerata. Peşinden sürüklenmezsen bakar
dımdızlak kalmış, sıkılır, dağılır.
Moralin insafı, kaprisine kalma vakti değil. Ne içte ne
dışta.
.
12 Mart 2014 Çarşamba
DAĞILIM
Berkin öldü.
Haberi okudum. Sonra fotografı gördüm. Gördüm. Başka her
şey sustu. Acıya dokundum. Dolaysız, derin. Saf.
Yüzeye çıktı, kalabalığa karıştı. Öfkeye. Kendini çoğaltma
zorlanımına. Haberlerden, heyecan ve
gazdan soluk soluğa olay yerlerinden aktaran muhabirlerden kendimi alamaz
oldum. Yükselen seslerden. Tırmanan tepkiden. Karşı karşıya gelen iki güç. Halk
ve polis. Aynı olgunun sonu gelmez tekrarı ama her bakışta, uzattıkça kendini
pekiştirdi. Ağırlık, ivme kazandı. Geri kalan her şeyi içine aldı, farklılaşan, sorgulayan, daha etraflı bir anlayış kazanmaya çalışan diğer seslerimin üzerine zorbaca bir haklılık iddiasıyla yürüdü.
Kendinden başka hiçbir şeye tahammülü yoktu artık.
Selden geri çekilmeye yeltenen aklımı küçümsemeyle bir
kenara ittim. Sırası değil şimdi!
Tek ses, tek nefes olma vakti! Tarafını seç! “Biz,” değil
mi?
Elbette! Düşünme değil, eylem zamanı.
E-motion.
Kabına sığamama.
Çağıldama.
Kulağının, yüreğinin başka her şeye kapanması. Sadece
kendi yankısını duyma arzusu.
Mutlaklaşarak karşı karşıya gelen iki güç. Siyah ve beyaz.
Ben? Elbette beyazdan yanayım. Beyazım!
Karaladıkça, nefrete dönüşen öfkem kalabalıkla çoğaldıkça daha da
beyazlaşıyorum. Ötekileri soysuzlaştırdıkça soylulaşıyorum.
Fotograf artık uzakta. Fünyeymiş o. Bomba patladı.
Sisyphos’un kütlesi bir kez daha yuvarlanıyor.
.
8 Mart 2014 Cumartesi
CUMARTESİ SABAHI YAĞMURDA KENDİ KENDİME
Bir kez işi bitmiş ya da faydasız vb olarak kodlanmış
kavramları rafa kaldırma. Sözgelimi kendine hakim olmayı bir dönem, belirli bir
çerçevede zorbalık addetmiş olabilirsin. Ama açık bırak ki başka koşullarda
anlamlı, işe yarar bir tutamak, basamak olabilsin. Ya da tersi. Artık anlamı
olmayanı sal. Ne kadar uzun zaman yerli yerine oturmuş, öylece iş görmüş,
hayatta bir nirengi olmuş olsa bile her şey çözülüyor. Anlamını yitiriyor.
Sonra başka bir çerçevenin, bakışın bileşeni olarak yeni bir cümlede yerini
alıyor.
Dikkatini kavramların kendisine değil, bağlama ver.
Böylece aslolanı gözden kaçırmamış, akışın önünü sabit değer biçmelerle
kesmemiş olursun. (Zaten kesemezsin, bütün kesebileceğin olanı değil, onun
şişmiş konservesini gösterecek bakışın olur. Onu pekala dondurabilir, kaya gibi
sağlam bir temel bilebilirsin. Ve ayvayı er geç yer, sonra da sıkıntının,
boğuntunun sebebini yattığı yerden başka her tarafta arar durursun.)
.
6 Mart 2014 Perşembe
SİGARAMIN DUMANI
Trafik köprüye doğru iyice ağırlaşmış, yolun ortasında,
arabaların arasında dikilen satıcılar sıklaştı. Ayağım frenden arada bir
kalkarken zihnim de beş duyuyu peşine taktığı gibi sigaranın koyverilen hülyalı
dumanı misali sahibinden uzaklaşıp onlara büründü. Şu, ellerinde dörder beşer
su şişesi, göğsünde de biri olmasa diğerini satma umuduyla mukavva bir dörtgene
geçirdiği telefon şarj aletleriyle temiz pak genç adam. Başında yün takke, ak
hacı sakallı berideki başka su satıcısı.. Düşüncemde yerlerini aldım. İlk
seferi hayal ettim. Duyacağım tedirginliği, tabanlarımdaki karıncalanmayı. HR
kaza senaryosu üretimlerini. Kanıksadıkça serbest kalan dikkatimin yöneleceği
gözlemleri. Güneş, yağmur altında, sıcak ve soğukta yağacak izlenimleri. Eve
para yerine bunları götürmeyi. Başka başka hayatlara girip çıkmayı. Girip
çıktıkça genişleyen, derinleşen anlayışı. Geçirgenleştikçe temel işlevinden
(bir nevi psikolojik iç çamaşırı) ibaret kalan sınırları. Bir et-kemik-kanı
hücresi olmaktan çıkan benlikten duman kıvraklığı, kolaylığıyla süzülüp süzülüp
geri gelme yetisini.
Son bir su satıcısını da (bugün pek çeşit yoktu)
geçtikten sonra ayağım frenden kalktı, ta karşı tarafa kadar da bir daha
dokunmadı.
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)