Kaydırağın boynuna bırakılmış bilye gibiydim. Öylece Yedikule’ye indim.
Başka dünyanın semtinde, bura belediyesine ait “tesisin” giriş biletini alıp kapıdan içeri daldım.
İnsanı önce genişliğiyle yutan surlarla çevrili açıklığa çıktım. Dolandım. Dar, iri basamaklardan sura tırmandım.
Masmaviydi gök. Herhangi bir düşüncenin belirip öne çıkmadığı zihnim, ayva marmeladı gibi, kesif, düz. İçim, yeknesak, hissedilir bir uğultuyla dolu. Bir geçmişe-bir geleceğe sıçramadan, dağılmadan, tek parça halinde anda.
Güneşten gölgeye, gölgeden karanlığa, kulelere, indim-çıktım.
Düşüncelerle birlikte şehrin sesleri de yutulmuş, mazgallardan görünen puslu deniz gibi uzaktan uzağa gelen uğultusu vardı yalnızca. “İçerde,” durup durup çılgın bir toplu uçuş tutturan güvercinlerin kanat hışırtısıyla zincirlendiği yerden onlara doğru atılan çoban köpeğinin boğazına dizilen kudurmuş havlaması sırf.
Bir köşeden çapraz karşısına alanı arşınladım. Durdum. Seyrettim. Devam ettim.
Saate çıkışta baktım.
Geleli iki buçuk saat olmuş.
(Fotograflar:
http://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Yedikule?authkey=Gv1sRgCOO2it_ri66e5AE)
Bir dizi çekmeliydin oralarda; buna o kadar yakışıyor ki fotoğrafların...
YanıtlaSil